RAD
[*] Bu harflere huruf-u mukattaa /birbiri ile bağlantısı kesilmiş harfler denir. Bunların Nebîmize sorulmamış olması, bilinen bir anlamının olduğunu gösterir. Yoksa müşrikler bunu dillerine dolar, Nebîmizi sürekli rahatsız ederlerdi. Bununla ilgili sorular, İslam’ın Arap yarımadası dışına yayılmasından sonra başlamıştır.
Bu harflerle başlayan yirmi dokuz sureden yirmi beşinde Kur’an’a, dördünde de önemli bir konuya vurgu yapılıyor olmasından onların dikkatleri toplama görevi yaptığı anlaşılır. Türkçede böyle bir kullanım yoktur.
[1*] Lokman 31/10.
[2*] Kur’an, halkın diliyle inmiştir (İbrahim 14/4). Halk dilinde arş, “saltanat koltuğu”dur (Yusuf 12/100, Neml 27/23). Arşa istiva ise “yönetimin başına geçme” anlamındadır. Türkçede de bu anlamda, “padişah tahta oturdu”, “falan kişi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu” gibi ifadeler kullanılır. “Allah arşa istiva etti.” sözü de aynıdır. Kâinatın yönetiminin Allah’ın elinde olduğunu ifade eder.
[3*] Ayetleri yalnızca Allah’ın açıklaması konusu ile ilgili olarak bkz: Hud 11/1-2, Al-i İmran 3/7, Fussilet 41/3.
[1*] "Yerin uzatılması", yeryüzünün, yaratılışının başlangıcı olan "patlama"dan (Enbiya 21/30) son halini almasına (Bakara 2/22) kadar geçirdiği sürecin aşamalarından birini ifade eder.
[2*] İsra 17/12, Zümer 39/5.
[*] “Toprak parçaları” anlamı verdiğimiz kelimenin Arapçası kıtadır. “Birbirine komşu kıtalar” şeklinde de çevrilebilir.
[1*] Onların şaşılacak bir başka yönü de Muhammed aleyhisselama inanıp iyiliğe kavuşmayı istemek yerine azabın başlarına gelmesini istemeleridir (Hac 22/47, Ankebut 29/53-54).
[2*] A’raf 7/70,72; Hud 11/32 vb. pek çok ayette, önceki nebilere aynı tavrı gösterenlerin başına gelenler anlatılmıştır.
[3*] İstiğfar “söz ve davranışla mağfiret talep etmek”tir. Mağfiret ise, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir.
[4*] Çetin, ayetteki (شديد) şedîd’in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır (En'âm 6/160).
[1*] En’am 6/61, Târık 86/4.
[2*] Allah’ın bir topluma sıkıntı vermesi, ancak o toplumun onu hak etmesinin sonucunda olur (Nisa 4/79, En’am 6/147, Enfal 8/53, Şûra 42/30).
[*] Rum 30/24.
[*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz:
http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html. Burada beklenen, yıldırımın çarpacağı kişiyi belirlemesidir.
[1*] Fatiha 1/5.
[2*] A’raf 7/194.
[3*] Bu ayetten de anlaşıldığı üzere müşrikler aynı zamanda kafirdir (Al-i İmran 3/151).
[1*] Arap dilinde akıllı varlıklarla akılsız varlıklar birlikte anlatılınca akıllı varlıkları gösteren “men (من) kim” kullanılır. Türkçede böyle bir kullanım olmadığından “kim” yerine “ne” kelimesi kullanılmıştır.
[2*] Secdenin kök anlamı eğilme ve boyun eğmedir. (Müfredat). (Nahl 16/48,49, Rahman 55/6).
[3*] Bkz. A’raf 7/205. ayetin dipnotu.
[*] Cevabı onlar verseydi, aynı şeyi söyleyeceklerdi (Yunus 10/31, Müminun 23/84-89, Ankebut 29/61-63, Lokman 31/25, Zümer 39/38, Zuhruf 43/87).
[*] Al-i İmran 3/91, Maide 5/36, Yunus 10/54, Zümer 39/47, Mearic 70/11-14.
[1*] “Aklıselim sahibi olanlar” anlamı verdiğimiz ifade “ulü’l-elbâb”dır. Bkz. Bakara 2/179’un dipnotu.
[2*] Zikir; doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28). Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerinde düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209). Tezkîr, zikri karşı tarafa ulaştırmak (Ğaşiye 88/21); tezekkür ise o zikri kullanmaktır (Kasas 28/51-52, Zümer 39/9).
[*] Her insan ergenlik çağına girerken Allah’ın kendisinin Rabbi olduğuna şahit olur ve Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğine söz verir. (Araf 7/172)
[*] Bunlar Allah’ı, kendinin en yakını olarak bilen ve araya bir aracı koymayanlardır. Bir ayet şöyledir: “İnsanı biz yarattık, içinden neler geçtiğini biliriz. Biz ona sinir uçlarından da yakınız.” (Kaf 50/16) Allah ile arasına aracı koyanlar, bu bağı koparır ve müşrik olurlar.
[*] Sabır, aklın ve dinin gerektirdiği şekilde kendine hakim olmaktır (Müfredat). Bu şekilde davranan kişi, önüne çıkan engelleri aşarak yoluna devam eder. Dilimizde bunu en iyi ifade eden söz ‘duruşunu bozmamak’tır.
[1*] Ahiretteki Cennet, “Adn cennetleri” olarak nitelenir (Meryem 19/60-63). Bir diğer niteleme biçimi de “Firdevs”tir (Kehf 18/107-108, Müminun 23/1-11).
[2*] Bunlar, şirk günahından uzak kalmış olanlardır (Tûr 52/21).
[1*] Her insan, Allah’ın varlığını, birliğini ve kendisinin Rabbi /Sahibi olduğunu, ömür boyu yaptığı gözlemlerle, tekrar tekrar kavrar (A’raf 7/172-173). Kendilerine kitap verilenlerden de o kitabın ayetlerini insanlara açıklayıp gizlememe sözü alınmıştır (Al-i İmran 3/187).
[2*] Bunlar fâsıklardır (Bakara 2/26-27), Fâsık, Allah’a içinden söz verdikten sonra onunla bağını koparıp yoldan çıkan kişidir. O, Allah’ın emirlerini anlar, uymaya karar verir, daha sonra vazgeçer (Al-i İmran 3/81-82, Maide 5/47, Nur 24/55) ve onları unutmuş gibi davranır (Tevbe 9/67, Haşr 59/19). İşte cezayı hak edenler onlardır (Ahkaf 46/35).
[1*] Şâe (شاء) ile ilgili detaylı bilgi için bkz Ra’d 13/13. ayetin dipnotu.
[2*] İsra 17/30, Kasas 28/82, Rum 30/37, Ankebut 29/62, Sebe 34/36, 39, Zümer 39/52, Şura 42/12.
[*] Furkan 25/60. Rahman, rahmeti yani iyilik ve ikramı her şeyi kuşatan demektir. Allah, Rahman olması yönüyle hiçbir ayrım yapmadan tüm varlıkların ihtiyaçlarını karşılar (Fatiha 1/1). Bu yüzden “Rahman” sözcüğü Allah'tan başkası için kullanılmaz.
[1*] İsra 17/90-93.
[*] En’am 6/10, Hicr 15/11, Enbiya 21/41, Yasin 36/30, Zuhruf 43/7.
[1*] Arapçada isim, bir şeyi tanımlayan, neye yaradığını gösteren ve akılda tutmaya yarayan sözdür (Müfredat).
[2*] Al-i İmran 3/86-91, 106.
[3*] A’raf 7/186, Kasas 28/56.
[*] Her elçiye verilen kitap, kendi toplumunun diliyle olur (Bkz: İbrahim 14/4).
[*] Her nebiye bir kitap verilmiştir. Bu kitaplarda küçük değişiklikler olur. Ana kitap Allah’ın katındadır (Bkz: Bakara 2/136 ve Al-i İmran 3/84).
[*] Bu Allah’ın kanunudur. Ölçüsünü kendisi koymuştur.
Toplumlar açısından, Rad 13/11:Bir toplum kendinde olan bir şeyi bozmazsa onu Allah da bozmaz. Allah bir topluma sıkıntı vermek isterse kimse engel olamaz. Araf 7/34: Her toplumun bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar nede öne geçerler. Bireyler açısından, Fatır 35/11: “Yaşayanın yaşatılması ve ömrünün kısaltılması bir deftere kayıtlıdır. Bu Allah’a kolaydır. Ahkaf 46/3: Gökleri, yeri ve bu ikisinin arasında olanları başka değil; belli bir ömrü olan gerçek varlıklar olarak yarattık. Ayetleri görmezlikte gelenler, yapılan uyarılara kulak asmazlar. En’am 6/2: Sizi tînden yaratan O’dur. Sonra bir ecel belirlemiştir. O’nun katında bir de ecel-i müsemmâ vardır.
[1*] Bir topluluğun kitabı görmezlikten gelmesi, yalan yanlış şeylere sarılması ve kitabın hükümlerini uygulamaktan kaçınması durumunda başlarına geleceği söylenen şeyler, Ra’d 13/31 ve En’am 6/65-66-67’de bildirilmiştir. Bunlar dünya hayatına ilişkin olanlardır. Ahiretle ilgili tehditler pek çok ayette cehennem cezası olarak belirtilmiştir.
[2*] Gâşiye 88/21-26.
[*] Allah’ın gelmesi, Allah’ın dininin gelmesidir. Bu şekilde Müslümanların yaşadığı topraklar genişleyip, diğerlerinin toprakları daralmaktadır.
[*] Allah’ın izni olmadan kimseye zarar veremezler. Bkz. Al-i İmran 3/54
[*] Kur’an’ın veya daha önce indirilmiş kitapların içeriğini bilenler, Muhammed aleyhisselamın, Allah’ın elçisi olduğuna şahit olurlar. Yaygın kanaate göre Kur’an’ın Allah’ın Kitabı olması, onu güvenilir bir elçi olan Muhammed aleyhisselamın getirmesine dayandırılır. Oysa çağdaşlarından bile Muhammed aleyhisselamı görüp onun güvenilirliğine şahit olacak kadar birlikte vakit geçirenlerin sayısı çok azdır. Ayrıca, onun güvenilirliğinden hiç şüphesi olmayan Mekkelilerin çoğu onu yalanlamıştır. Ayete göre ise Muhammed Aleyhisselamın elçiliğinin delili Allah’ın Kitabıdır. Yani böyle bir şahitlik, ancak Allah’ın sözüne bakılarak yapılabilir. O halde doğru olan, Muhammed Aleyhisselamın elçiliğinin, Kitaba dayandırılmasıdır. Bu durum başka ayetlerden de görülebilir. Mesela nebinin kendi sözünü değil, ona indirileni dinleyen kişiler şahitler arasına yazılmayı talep etmekte (Maide 5/83), yine kendilerine açık belgeler gelen kişiler elçinin hak olduğuna şahitlik etmektedirler (Al-i İmrân 3/86).