FETİH

TEFSİR
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla...[*]

[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.


(Fetih 48/1)
اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُب۪ينًاۙ
Sana, her şeyin önünü açacak[1*] bir fethin /Mekke’yi fethin[2*] yolunu açtık.

[1*] Bu surenin 28. ayetinde İslam’ın bütün dinlere hakim olacağı bildirildiği için Hudeybiye antlaşmasıyla başlayan bu hakimiyet, Mekke’nin fethi ile güçlenecek ve devam edecektir (Tevbe 9/32-33, Saf 61/8-9).

[2*] Nebimiz, Mekke’den ayrılmak zorunda bırakıldığı sırada inen ayetlerde, ona baskı yapan müşriklerin Mekke’de fazla kalamayacakları bildirilmiş (İsra 17/76-77) ve Bedir savaşında Mekke’yi fethin şartları oluşturulmuştu (Enfal 8/5-8). Ancak bir sonraki ayette işaret edilen suçların işlenmesi sebebi ile Mekke’nin fethi gecikmişti.


(Fetih 48/2)
لِيَغْفِرَ لَكَ اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَاَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُسْتَق۪يمًاۙ
Allah bunu, (Bedir’de) işlediğin önceki ve sonraki günahını bağışlamak[*], sana olan nimetini tamamlamak ve seni (hedefe götürecek) dosdoğru bir yola yöneltmek için yaptı.

[*] Yüce Allah, savaş sırasında düşmanı etkisiz hale getirmeden esir almayı (Muhammed 47/4) ve savaşı bırakıp geri çekilmeyi yasaklamıştı (Enfal 8/15-16). Nebimiz Bedir savaşında bu emirlere aykırı davranıp esir almış ve savaşı bırakmıştı. Eğer Allah, Mekke'de Müslümanlara o gün için zafer sözü vermeseydi (Rum 30/1-6) büyük bir yenilgiye uğrayacaklardı (Enfal 8/67-68). Bu ayette, o suçların bağışlanmasının Mekke’nin fethiyle mümkün olacağı bildirilmiş, fetih gerçekleştikten sonra da Nebimize, bağışlanma talep etmesi emredilmiştir (Nasr 110/1-3). Böylece o, her konuda olduğu gibi tövbe ve istiğfar konusunda da bize örnek kılınmıştır.


(Fetih 48/3)
وَيَنْصُرَكَ اللّٰهُ نَصْرًا عَز۪يزًا
Bir de Allah bunu, sana güçlü bir yardımda bulunmak için yaptı.


(Fetih 48/4)
هُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ السَّك۪ينَةَ ف۪ي قُلُوبِ الْمُؤْمِن۪ينَ لِيَزْدَادُٓوا ا۪يمَانًا مَعَ ا۪يمَانِهِمْۜ وَلِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًاۙ
Müminlerin imanları kat kat artsın diye onların kalplerine iç huzuru vermiş olan odur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır[*]. Allah daima bilen ve doğru kararlar verendir.

[*] Fetih 48/7.

 

(Fetih 48/5)
لِيُدْخِلَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا وَيُكَفِّرَ عَنْهُمْ سَيِّـَٔاتِهِمْۜ وَكَانَ ذٰلِكَ عِنْدَ اللّٰهِ فَوْزًا عَظ۪يمًاۙ
Allah (bunları) mümin erkeklerle mümin kadınları, ölümsüz olarak kalmak üzere, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokmak ve onların kötü işlerini örtmek için[1*] yaptı. Bu, Allah katında büyük bir başarıdır[2*].

[1*] Bu ifade, sahabenin de günah işlediğini göstermektedir. Nitekim onlar, Bedir’de Muhammed aleyhisselamın işlediği iki günaha ses çıkarmayarak onun günahına ortak olmuşlardı (Enfal 8/5-8, 67-68).

[2*] Tevbe 9/72.


(Fetih 48/6)
وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِك۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ الظَّٓانّ۪ينَ بِاللّٰهِ ظَنَّ السَّوْءِۜ عَلَيْهِمْ دَٓائِرَةُ السَّوْءِۚ وَغَضِبَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ وَلَعَنَهُمْ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَهَنَّمَۜ وَسَٓاءَتْ مَص۪يرًا
Bunları bir de Allah hakkında kötü zanlar besleyen münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara[1*] azap etmek için yaptı. Besledikleri kötü zanlar[2*], dönüp dolaşıp başlarına gelsin! Allah onlara öfkelenmiş, onları lanetlemiş /dışlamış ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir varış yeridir[3*]!

[1*] Bu münafıklar Hendek savaşında, savaş meydanından çekilmiş olanlardır (Ahzab 33/12-17, Fetih 48/16). Müşrikler ise o günkü Mekkelilerdir.

[2*] Fetih 48/12.

[3*] Tevbe 9/68, 98.


(Fetih 48/7)
وَلِلّٰهِ جُنُودُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَز۪يزًا حَك۪يمًا
Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır[*]. Allah, daima üstün olan ve doğru kararlar verendir.

[*] Fetih 48/4.


(Fetih 48/8)
اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًاۙ
Biz seni şahit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik[*].

[*] Nisa 4/41-42, Ahzab 33/45.

 

(Fetih 48/9)
لِتُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَتُعَزِّرُوهُ وَتُوَقِّرُوهُۜ وَتُسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَاَص۪يلًا
Bunu, Allah’a ve resulüne /elçisinin getirdiğine[1*] inanıp güvenesiniz, Allah’ın değerini bilesiniz, onu yüceltesiniz, kuşluk ile öğle vaktinde ve ikindide ona ibadet edesiniz diye yaptık[2*].

[1*] Resul (رسول), “birine iletmek için üstlenilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmeyi üstlenen kişi” anlamına da gelir (Müfredat). Bu sebeple Kur’an’da geçen resul (رسول) kelimesi, bazen tebliğ edilen sözü, bazen de o sözü getiren kişiyi ifade eder. Allah’ın resulleri, onun sözlerini tebliğ ile görevli oldukları için “Allah’ın resulü” kelimesinin geçtiği yerlerde vurgu Allah’ın kitabınadır (Maide 5/67, 99). Mealde “resul /elçinin getirdiği” ifadesi bu nedenle yazılmıştır.

[2*] Buradaki tesbih emri kuşluk, öğle ve ikindide kılınan nafile namazlara işaret eder. Ayrıntı için bkz. A’raf 7/205 ve dipnotları, Taha 20/130, Ahzab 33/41-42, İnsan 76/25.


(Fetih 48/10)
اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلٰى نَفْسِه۪ۚ وَمَنْ اَوْفٰى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا۟
Sana biat edenler /bağlılık sözleşmesi yapanlar aslında Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların elleri üstündedir. Artık kim sözünden cayarsa sadece kendi aleyhine caymış olur. Kim de Allah’a karşı üstlendiği yükümlülüğü tam olarak yerine getirirse Allah ona büyük bir ödül verecektir[*].

[*] Ra’d 13/20, Nahl 16/91.


(Fetih 48/11)
سَيَقُولُ لَكَ الْمُخَلَّفُونَ مِنَ الْاَعْرَابِ شَغَلَتْنَٓا اَمْوَالُنَا وَاَهْلُونَا فَاسْتَغْفِرْ لَنَاۚ يَقُولُونَ بِاَلْسِنَتِهِمْ مَا لَيْسَ ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ قُلْ فَمَنْ يَمْلِكُ لَكُمْ مِنَ اللّٰهِ شَيْـًٔا اِنْ اَرَادَ بِكُمْ ضَرًّا اَوْ اَرَادَ بِكُمْ نَفْعًاۜ بَلْ كَانَ اللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا
Taşralı Araplardan geride kalanlar[1*]: “Bizi, mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti; o yüzden bizim için Allah’tan bağışlanma dile[2*]!” diyeceklerdir. Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: “Peki, Allah size bir zarar vermek isterse ya da size bir fayda sağlamak isterse ona karşı sizin için kim ne yapabilir[3*]?” Hayır; Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

[1*] “Geride kalan” anlamı verilen kelime, ismi meful kalıbında olan ve “geride bırakılan” anlamına gelen  “muhallef”tir. Bu münafıkları geride bırakan şey, Allah’a olan güvensizlikleri ve Müslümanlarla ilgili kötü düşünceleriydi (Fetih 48/12). Zaten bunlar, onlarla birlikte gitselerdi fitne çıkararak sıkıntıya sebep olurlardı (Tevbe 9/47, 90-101).

[2*] Tevbe 9/80.

[3*] Ahzab 33/17.


(Fetih 48/12)
بَلْ ظَنَنْتُمْ اَنْ لَنْ يَنْقَلِبَ الرَّسُولُ وَالْمُؤْمِنُونَ اِلٰٓى اَهْل۪يهِمْ اَبَدًا وَزُيِّنَ ذٰلِكَ ف۪ي قُلُوبِكُمْ وَظَنَنْتُمْ ظَنَّ السَّوْءِۚ وَكُنْتُمْ قَوْمًا بُورًا
Aslında siz, Allah’ın elçisinin ve müminlerin ailelerine asla dönemeyeceklerini zannetmiştiniz[*]. Bu, kalplerinize süslü gösterildi. Kötü zanda bulundunuz ve kaybetmiş bir topluluk haline geldiniz.

[*] Bunların bu kötü zanları, Allah’ın müminleri korumayacağı şeklindeydi (Fetih 48/6).


(Fetih 48/13)
وَمَنْ لَمْ يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ فَاِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلْكَافِر۪ينَ سَع۪يرًا
Kim Allah’a ve elçisine inanıp güvenmezse bilsin ki biz kafirler için alevli bir ateş hazırladık[*].

[*] İnsan 76/4.


(Fetih 48/14)
وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا
Göklerde ve yerde tüm yetkiler Allah'ındır[1*]. O, bağışlanmayı hak edeni bağışlar, azabı hak edene de azap eder[2*]. Allah, bağışlayan ve ikramı bol olandır[3*].

[1*] Bakara 2/107, Al-i İmran 3/189, Maide 5/40, 120, Tevbe 9/116, Nur 24/42, Furkan 25/2, Zümer 39/44, Şûrâ 42/49, Zuhruf 43/85, Casiye 45/27, Hadid 57/2, 5, Buruc 85/9.

[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz: http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
 

(Fetih 48/15)
سَيَقُولُ الْمُخَلَّفُونَ اِذَا انْطَلَقْتُمْ اِلٰى مَغَانِمَ لِتَأْخُذُوهَا ذَرُونَا نَتَّبِعْكُمْۚ يُر۪يدُونَ اَنْ يُبَدِّلُوا كَلَامَ اللّٰهِۜ قُلْ لَنْ تَتَّبِعُونَا كَذٰلِكُمْ قَالَ اللّٰهُ مِنْ قَبْلُۚ فَسَيَقُولُونَ بَلْ تَحْسُدُونَنَاۜ بَلْ كَانُوا لَا يَفْقَهُونَ اِلَّا قَل۪يلًا
Geride kalanlar, ganimetleri[1*] almak için yola çıktığınız zaman “Bırakın bizi de size tâbi olalım.” diyeceklerdir. Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek istiyorlar. Sen de ki: “Asla bize tâbi olamayacaksınız. (Çünkü) Daha önce Allah’ın böyle bir sözü vardır[2*].” Onlar ise: “Hayır, siz bizi kıskanıyorsunuz.” diyeceklerdir. Aslında onlar söylenenlerin sadece pek azını kavrarlar.

[1*]  Hudeybiye antlaşması sonucu Mekkelilerin desteğini yitiren Hayber Yahudileri, büsbütün korumasız kalmışlardı. Onlarla yapılacak savaşın kazananı belli olduğu için bu ganimetler, onlardan alınacak ganimetlerdi.  

[2*]  Bunlar, münafıklıklarından dolayı Allah’ın geride bıraktığı kimselerdir. Allah Nebimize, asıl düşmanın onlar olduğunu bildirmiş ve onlardan uzak durmasını emretmiştir (Münafikun 63/4).

 

 


(Fetih 48/16)
قُلْ لِلْمُخَلَّف۪ينَ مِنَ الْاَعْرَابِ سَتُدْعَوْنَ اِلٰى قَوْمٍ اُو۬ل۪ي بَأْسٍ شَد۪يدٍ تُقَاتِلُونَهُمْ اَوْ يُسْلِمُونَۚ فَاِنْ تُط۪يعُوا يُؤْتِكُمُ اللّٰهُ اَجْرًا حَسَنًاۚ وَاِنْ تَتَوَلَّوْا كَمَا تَوَلَّيْتُمْ مِنْ قَبْلُ يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا
Taşralı Araplardan geride kalanlara de ki: “Siz yakında savaş gücü yüksek bir topluluğa karşı çağrılacaksınız. Ya onlarla savaşırsınız ya da onlar barış girişiminde bulunurlar[1*]. Bu çağrıya içten boyun eğerseniz Allah size güzel bir ödül verir. Daha önce yüz çevirdiğiniz gibi[2*] yine yüz çevirirseniz sizi acıklı bir azaba uğratır[3*].

[1*] Nisa 4/90-91, 94; Enfal 8/61; Muhammed 47/35.

[2*] Bu münafıklar Hendek savaşında, savaş meydanından çekilmiş ve müşriklerin önünü açmışlardı (Ahzab 33/12-17).

[3*] Tevbe 9/38-39.


(Fetih 48/17)
لَيْسَ عَلَى الْاَعْمٰى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْاَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَر۪يضِ حَرَجٌۜ وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۚ وَمَنْ يَتَوَلَّ يُعَذِّبْهُ عَذَابًا اَل۪يمًا۟
(Savaşa gitmemeleri hususunda) Köre bir sıkıntı yoktur, topala bir sıkıntı yoktur, hastaya da bir sıkıntı yoktur. Kim Allah’a ve elçisine gönülden boyun eğerse Allah onu, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar[1*]. Kim de yüz çevirirse onu acıklı bir azaba uğratır[2*].

[1*] Nisa 4/69, Nur 24/52.

[2*] Tevbe 9/74.


(Fetih 48/18)
لَقَدْ رَضِيَ اللّٰهُ عَنِ الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا ف۪ي قُلُوبِهِمْ فَاَنْزَلَ السَّك۪ينَةَ عَلَيْهِمْ وَاَثَابَهُمْ فَتْحًا قَر۪يبًاۙ
O ağacın altında sana biat ettiklerinde /bağlılık sözleşmesi yaptıklarında, Allah o müminlerden razı oldu. Onların kalplerinde olanı bildi de onlara iç huzuru verdi ve onları yakın bir fetih ile ödüllendirdi[*].

[*] Bu ayet, Resulüllah ile bey’at eden müminlerin, sözlerine bağlı kaldıklarının delilidir (Fetih 48/10).


(Fetih 48/19)
وَمَغَانِمَ كَث۪يرَةً يَأْخُذُونَهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَز۪يزًا حَك۪يمًا
Alacakları çok miktarda ganimetlerle de...[*] Allah, daima üstün olan ve doğru kararlar verendir.

[*] 18. ayette geçen fetih, Hayber’in fethi, buradaki ganimetler de Hayber ganimetleridir. Çünkü 15. ayete göre bütün bunlar, Hudeybiye’ye gelmeyenlere yasaklanmıştır.


(Fetih 48/20)
وَعَدَكُمُ اللّٰهُ مَغَانِمَ كَث۪يرَةً تَأْخُذُونَهَا فَعَجَّلَ لَكُمْ هٰذِه۪ وَكَفَّ اَيْدِيَ النَّاسِ عَنْكُمْۚ وَلِتَكُونَ اٰيَةً لِلْمُؤْمِن۪ينَ وَيَهْدِيَكُمْ صِرَاطًا مُسْتَق۪يمًاۙ
Allah size alacağınız birçok ganimeti daha vaad etti[1*] ama bunu (Hayber zaferini) sizin için önceledi de o insanların (Mekkelilerin) elini üzerinizden çekti[2*] ki inanıp güvenenler için bir ayet /bir gösterge olsun ve sizi (hedefe götürecek) dosdoğru bir yola yönlendirsin.

[1*] Hudeybiye antlaşmasından sonra müminlerin önü açıldı, önce Hayber sonra Mekke, Taif ve Suriye’ye kadar bir çok yer fethedildi ve müslümanlar büyük ganimetler elde ettiler.

[2*] Hudeybiye antlaşması, Hendek savaşında, Yahudilerle tam bir ittifak içinde olan Mekkelilerin, çıkabilecek bir müslüman-yahudi savaşında tarafsız kalmalarını sağlamıştı. Bundan dolayı Mekkeliler, Hayber'in fethi sırasında Yahudilere destek veremediler.


(Fetih 48/21)
وَاُخْرٰى لَمْ تَقْدِرُوا عَلَيْهَا قَدْ اَحَاطَ اللّٰهُ بِهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرًا
Hesaplamadığınız daha niceleri (fetih ve ganimetler) de var[*]. Allah onları kuşatma altına almıştır. Allah her şeye bir ölçü koyandır.

[*] Saf 61/10-14.


(Fetih 48/22)
وَلَوْ قَاتَلَكُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوَلَّوُا الْاَدْبَارَ ثُمَّ لَا يَجِدُونَ وَلِيًّا وَلَا نَص۪يرًا
Kafirlik edenler (Mekkeli müşrikler) sizinle savaşsalardı kesinlikle sırtlarını dönüp kaçarlardı. Sonra kendilerine bir veli /bir yakın ve yardım edecek birini de bulamazlardı[*].

[*] Âl-i İmran 3/110-111, Haşr 59/11-14.

 


(Fetih 48/23)
سُنَّةَ اللّٰهِ الَّت۪ي قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلُۚ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّةِ اللّٰهِ تَبْد۪يلًا
Allah'ın öteden beri uyguladığı sünneti /yasası budur. Allah'ın sünnetinde bir değişme bulamazsın[*].

[*] Ahzab 33/62, Fatır 35/43.


(Fetih 48/24)
وَهُوَ الَّذ۪ي كَفَّ اَيْدِيَهُمْ عَنْكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ عَنْهُمْ بِبَطْنِ مَكَّةَ مِنْ بَعْدِ اَنْ اَظْفَرَكُمْ عَلَيْهِمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرًا
Mekke’nin yanı başında sizi onlara üstün kıldıktan sonra onların elini sizden, sizin elinizi de onlardan çektiren odur[*]. Allah ne yaptığınızı daima görendir.

[*] Hudeybiye’de müslümanların galip geleceği bir savaş ortamı doğmuşken Allah, savaşa izin vermedi. 

 

(Fetih 48/25)
هُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَصَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَالْهَدْيَ مَعْكُوفًا اَنْ يَبْلُغَ مَحِلَّهُۜ وَلَوْلَا رِجَالٌ مُؤْمِنُونَ وَنِسَٓاءٌ مُؤْمِنَاتٌ لَمْ تَعْلَمُوهُمْ اَنْ تَطَؤُ۫هُمْ فَتُص۪يبَكُمْ مِنْهُمْ مَعَرَّةٌ بِغَيْرِ عِلْمٍۚ لِيُدْخِلَ اللّٰهُ ف۪ي رَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۚ لَوْ تَزَيَّلُوا لَعَذَّبْنَا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا
Kâfirlik eden, Mescid-i Haram’a girmenizi ve bekletilen kurbanların varacağı yere ulaşmasını[*] engelleyen onlardır. Bilmediğiniz mümin erkeklerle mümin kadınları, bilmeden ezip geçecek ve bundan dolayı zor duruma düşecek olmasaydınız (Allah size Mekke’yi fethettirirdi). Ama Allah, tercih ettiğine ikramda bulunmak için böyle yaptı. Eğer (müminlerle kâfirler) birbirlerinden ayrılmış olsalardı onlardan kâfirlik edenleri kesinlikle acıklı bir azaba uğratırdık.

[*] Bakara 2/196.


(Fetih 48/26)
اِذْ جَعَلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَاَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلٰى رَسُولِه۪ وَعَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰى وَكَانُٓوا اَحَقَّ بِهَا وَاَهْلَهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمًا۟
Kâfirlik edenler kalplerindeki taassubu; cahiliye taassubunu harekete geçirdikleri sırada Allah, elçisine ve müminlere, tarafından bir iç huzuru verdi[*] ve takva sözüne /yanlışlardan sakınma sözüne onların sıkıca bağlı kalmalarını sağladı. Onlar, buna pek layık ve ehildiler. Allah her şeyi bilendir.

[*] Fetih 48/18.


(Fetih 48/27)
لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّءْيَا بِالْحَقِّۚ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ اٰمِن۪ينَۙ مُحَلِّق۪ينَ رُؤُ۫سَكُمْ وَمُقَصِّر۪ينَۙ لَا تَخَافُونَۜ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذٰلِكَ فَتْحًا قَر۪يبًا
Allah, elçisini, onun rüyasının[1*] gerçekliğini kesinlikle onayladı. Allah gerekli desteği verirse[2*] güven içinde, kiminiz saçlarını kazıtmış, kiminiz de kısaltmış olarak[3*] ve korkmadan Mescid-i Haram’a mutlaka gireceksiniz. Ama Allah sizin bilmediğinizi bildiğinden[4*], rüyanın gerçekleşmesinin öncesinde, yakın bir fethe /Mekke'nin fethine imkan verecektir.

[1*] “Rüya” kelimesi, “resul” kelimesinin bedel-i ba’z’ı sayılarak ayete meal verilmiştir. Burada Muhammed a.s. için nebi değil resul yani elçi kelimesinin kullanılması, bu rüyanın Allah’ın bir mesajı olduğunu gösterir.

[2*] Şâe = شاء fiili ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Fetih 48/14. ayetin dipnotu.

[3*] Buradaki saçı kısaltma veya kazıtma işi, hac ibadetinde Arafat’tan inip büyük şeytan taşlandıktan sonra olur ve daha sonra farz tavaf için Ka’be’ye gidilir. Umrede ise Ka’be tavaf edilip sa’y yapıldıktan sonra saçlar kesilir veya kısaltılır. Dolayısıyla bu ayet, Müslümanların Hudeybiye’ye, umre için değil hac için gittiklerinin açık delilidir.

[4*] Bu bilgi, Mekkelilerin Hudeybiye antlaşmasını bozacakları bilgisidir (Tevbe 9/1-4).


(Fetih 48/28)
هُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًاۜ
Dinini, bütün dinlere hâkim kılmak için[1*] Elçisini bu rehber (Kur’an) ve hak din[2*] ile gönderen Allah’tır. Şahit olarak Allah yeter.

[1*]  Her insan kendini dindar saydığı için (A’raf 7/30) herkesin bir dini vardır. Bu sebeple hak din, insanların yaşadığı her yere hakim olacaktır. (Fetih 48/28, Saf 61/9) Nebimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Gece ve gündüzün ulaştığı her yere bu din ulaşacak;  İster kentlerde, isterse kırsalda olsun, Allah, bu dini ulaştırmadığı hiçbir ev bırakmayacaktır. Bu (kimi için) öyle bir izzet (kimi için de) öyle bir zillet olacaktır ki! Bu şekilde Allah, İslâm’ı güçlü ve şerefli kılacak, küfrü ise zelil ve hakir edecektir.” (Ahmed b. Hanbel,  c. 4, s. 103)

[2*] Mevsuf, sıfatına izafe edilmiştir, ed-dîn’ul-hak (الدين الحق) demektir. Hak din, Allah’ın kitaplarında beyan ettiği tek din olan İslam dinidir (Âl-i İmran 3/19, Zümer 39/2-3). Bunun dışında kalanlar batıl dinlerdir (Âl-i İmran 3/85). 

 

(Fetih 48/29)
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًاۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظ۪يمًا
Muhammed, Allah’ın elçisidir[1*]. Onunla beraber olanlar, kâfirler karşısında sarsılmaz[2*], kendi aralarında ise pek merhametlidirler[3*]. Onları, rüku ve secde ederek /emirlerine boyun eğerek Allah’ın lütfunu ve rızasını ararlarken görürsün. Onları tanıtan belirtiler, Allah’a boyun eğmelerinin etkisinden dolayı yüzlerindedir. Bu, onların Tevrat’taki örneğidir[4*]. İncil’deki örnekleri ise filizini çıkarıp güçlendiren, kalınlaşıp sapları üzerinde dik duran ve çiftçileri hayran bırakan bir ekin benzetmesidir[5]. Bu tanımlamalar, Allah’ın, müminler sebebiyle kafirleri sinirlendirmesi içindir. Allah inanıp güvenen ve iyi işler yapan bu kimselere, bağışlanma ve büyük bir ödül vaat etmiştir[6*].

[1*] Ahzab 33/40.

[2*] Ayette, sarsılmaz diye anlam verdiğimiz eşidda’ şedîd’in (شديد)’in çoğuludur. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır (Müfredat). Müslümanlar, kafirlere karşı herhangi bir haksızlığa meyl etmeden tavizsiz bir duruş sergilemelidirler (Bakara 2/190). Birçok mealde bu kavrama verilen "sert ve şiddetli" gibi anlamlar, kafirlere karşı aşırı davranışlara yol açmaktadır. Sarsılmaz bir davranış göstermemiz gerekenler, bizimle savaşan, bizi ülkemizden çıkarmaya çalışan ve çıkaranlara destek verenlerdir (Mümtahine 60/8-9).

[3*] Maide 5/54.

[4*] Kur’an’a göre, "Muhammed'le beraber olanlar", Allah'a inanıp güvenen, Allah'tan korkan, kendilerine gönderilen nebiye destek veren kimselerdir. “Bu kimselerin örneği” demekle yalnızca sahabenin veya Muhammed (a.s.) zamanındaki inananların özellikleri değil, mü’min olarak tanımlanan insanların her dönemdeki özellikleri kastedilmektedir. İncil'de geçen açık örnek de Tevrat'ta geçen örnek de böyledir. Tevrat'ta mü'minlerin yüzlerindeki belirtiyi anlatan örnek, Mısır’dan Çıkış 20 babındadır. Musa aleyhisselam on emri almak için Sina Dağı’na çağrılmıştı. Bu sırada bir boru sesi duyulmakta, gök gürlemekte, şimşekler çakmaktaydı: "Boru sesi gitgide yükselince, Musa konuştu ve Tanrı gök gürlemeleriyle onu yanıtladı. RAB Sina Dağı’nın üzerine indi, Musa’yı dağın tepesine çağırdı. Musa tepeye çıktı." (Mısır’dan Çıkış 19:19-20) Bu sırada dağın tepesini bulutlar kaplamıştı ve aşağıdan gök gürültüleri duyuluyordu. Dağın eteğinde toplanmış olan İsrailoğulları bu manzara karşısında çok korkmuştu: “Halk gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak Musa’ya, “Bizimle sen konuş, dinleyelim” dediler, “Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz.” Musa, “Korkmayın!” diye karşılık verdi, “Tanrı sizi denemek için geldi; Tanrı korkusu üzerinizde olsun, günah işlemeyesiniz diye”” (Mısır’dan Çıkış 20:18-20). Bu pasajlardan 20:20’de “Tanrı korkusu üzerinizde olsun” şeklinde tercüme edilen kısmın İbranicesi araştırıldığında, “üzerinizde” anlamı verilen “al- pə·nê·ḵem (עַל־ פְּנֵיכֶ֖ם)” ifadesinin asıl anlamının Tevrat’ta Malachi 2:3 pasajında olduğu gibi “yüzlerinizde” olduğu ve tıpkı Arapçadaki “vech (وجه)” yani “yüz” kelimesi gibi, yüzü söyleyerek kişiyi kastettiği ortaya çıkar. Pasaja göre Allah bu manzarayı İsrailoğullarına, kendisinden korkan insanların yüzünde bunu gösteren bir belirti bulunması için  yaşatmıştır. Bu olayın ardından Musa (a.s.) dağdan iner ve İsrailoğullarına on emri iletir. Onlar da bu emir ve yasakları dinleyeceklerine dair antlaşma yaparlar (Mısır’dan Çıkış 24:3). Allah’ın onlardan aldığı bu söz, Bakara Suresi 2/40. ayetinde Allah’tan korkma emriyle birlikte hatırlatılır. Özetle, bu ayetteki “Onları tanıtan belirtiler, Allah’a boyun eğmelerinin etkisinden dolayı yüzlerindedir.” ifadesiyle, Allah korkusu taşıdığı için ona boyun eğen ve yüzünden bu korkunun anlaşıldığı mümin kimseler tanıtılmaktadır.

[5*] Matta 13:1-23, Luka 8:4-15.

[6*] Maide 5/9.