EN'ÂM
[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.
[1*] Bkz. Fatiha 1/2'nin dipnotu.
[2*] Maide 5/76, Furkan 25/43.
[3*] En’am 6/150,
[1*] Vücudun yaratılışı sırasında ölçüleri konan son kullanma tarihi, biyolojik ömür. İnsanın vücut ölçüleri döllenmiş yumurta haline geldiği sırada belirlenir(Abese 80/17-19)
[2*] Süresi belirlenmiş ecel (ecel-i müsemmâ), yalnız Allah'ın bildiği yaşama süresidir. O süre dolunca insan ölür. Bazı yanlış davranışlar bu eceli kısaltabilir. Tövbe edip /dönüş yapıp durumunu düzeltenin eceli eski seviyesine çıkar (İbrahim 14/10, Nuh 71/4). Bunun örneği, Yunus aleyhisselamdır.(Saffat 37/139-149)
[*] Zuhruf 43/84
[1*] Allah’ın ayetleri, Allah’ın kitaplarında olanlarla sınırlı değildir. Tabiatta olan her şey Allah'ın âyetidir. Çevremizde ve vücudumuzda yer alan bu âyetler, Kur'ân ayetleriyle tam bir uyum içindedir. Kendini yaratanın Allah olduğunu bilmeyen yoktur. Kur'an âyetlerinin, kendi yapısı ve tabiatta yaptığı gözlemlerle uyum içinde olduğunu gören herkes, Kur’ân’ın Allah'ın kitabı olduğu konusunda tam bir kanaate varır (Fussilet 41/53). Allah’ın dini, varlıklardaki kanun ve kurallar ile tam bir uyum içindedir (Rum 30/30). Allah’ın yarattığı ayetleri istismar ederek insanları sömürenler de indirilen ayetleri istismar ederek dinden menfaat sağlayanlar gibi yaptıklarından sorumlu tutulurlar. Dürüst davranan ilim adamlarının tamamı, Allah’tan başka ilah olmadığı konusunda kesin bir kanaate sahiptirler (Al-i İmran 3/18).
[2*] Yasin 36/46.
[1*] Kâf 50/5.
[2*] Şuara 26/6.
[*] Allah ile yüzleşme konusunda yalana sarılanlar, kesinlikle kaybederler (En’âm 6/31).
[*] Bunlar, Muhammed aleyhisselamı değil, elçi olarak getirdiği kitabı kabullenemedikleri için ne yaparsa yapsın, ona inanmayacaklardır. Firavun ve hanedanının Musa aleyhisselamın gösterdiği mucizeler karşısında söyledikleri bundan başkası değildi (Yunus 10/75-78, Neml 27/7-14). Aynı şey İsa aleyhisselama da yapılmıştı (Maide 5/110).
[1*] Furkan 25/7.
[2*] Lut kavminde olduğu gibi gelen melek, ancak ceza indirmek için gelir (Hud 11/75-83, Hicr 15/8).
[*] Allah’ın nebi olarak gönderdiği resullerin tamamı erkektir (Nahl 16/43-44).
[*] Ra’d 13/32, Hicr 15/11, Enbiya 21/41, Yasin 36/30, Zuhruf 43/7.
[1*] Fatır 35/45.
[2*] En’âm 6/30-31.
[1*] Ayetteki fâtır = فاطر, bir şeyi uzunlamasına bölen anlamındadır (Müfredat). Allah, bütün varlıkları bu kurala göre yaratmıştır.
[2*] Allah’ı ikinci sıraya koyan, ona teslim olamadığı için müşrik olur.
[1*] Meal; Hamza, Kisaî, Yakub ve Ebu Bekr’in Asım’dan naklettikleri “yasrif” kıraatine göre verilmiştir.
[*] En’am 6/93, Şura 42/7.
[*] “Onu” kelimesi hem son kitap Kur’an’ı hem de son elçi Muhammed aleyhisselamı işaret etmektedir (Bakara 2/89, 146, Araf 7/157, Saf 61/6).
[1*] Allah ile insanlar arasında aracı olduğunu iddia eden.
[2*] En'am 6/93, A’raf 7/37, Yunus 10/17, Hud 11/18, Ankebut 29/68.
[*] Kehf 18/52, Kasas 28/62, 74.
[1*] “Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır. İçinde oldukları durum, altın kaplamalı bir demirin ateşe sokulması gibi yalanlarını ortaya çıkardığı için kelimeye, “onları yakan şey” meali verilmiştir.
[2*] Zümer 39/3, Mücadele 58/18.
[1*] Kâfirlerin ön yargıları, istiâre-i temsiliyye /alegori ile canlandırılmıştır (Tefsir’ul-menar). İstiârede benzetme edatı gizlenir. Buradaki mecaz gerçek sanıldığı için benzetme edatı, tarafımızdan “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır (Yasin 36/8-10, Lokman 31/6-7, Câsiye 45/6-7). “Sanki” edatı yazılmazsa bazı insanlar, Allah’ın kafirlere, tövbe kapısını kapattığını ve özgürce karar almalarını engellediğini sanacaklardır (Nisa 4/18). Oysa tövbe edildiği yani yanlıştan dönüldüğü takdirde (Bakara 2/160) affedilmeyecek bir günah yoktur (Zümer 39/53). Ayetleri görmezlikte direnenler, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini gereği gibi kullanmaz; gerçekleri görmek, duymak ve anlamak istemezler (Fussilet 41/5). Sanki Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiş gibi davranırlar. Ayrıca Allah, kâfirleri, en’ama yani koyun, keçi, sığır ve deveye benzetmiştir. Bunun sebebi de kalplerini, kulaklarını ve gözlerini bir insan gibi kullanmamalarıdır (A’raf 7/179, Furkan 25/43-44). Ayrıca bakınız: Nisa 4/155, Maide 5/13, En’am 6/46, Araf 7/100-101, Tevbe 9/87,93, Yunus 10/74, Nahl 16/106-108, Rum 30/58-59, Mümin 40/35, Casiye 45/23, Muhammed 47/16, Saf 61/5, Münafikun 63/3, Mutaffifin 83/14.
[2*] Ayette geçen esâtîr (أَسَاطِيرُ) kelimesi, “bir şeye hiza vermek, saf tutturmak” anlamına gelen satr (سطر) kökünden türemiş olan ustûre (اسطورة) kelimesinin çoğuludur (Müfredat). Satara (سَطَرَ) fiilinin “yazı yazmak” anlamına gelmesi, harflerin hizaya sokulması, anlamlı bir şekilde sıralanması sebebiyledir. Dokuz yerde geçen esâtîru’l-evvelîn (أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ) ifadesi, Kur’an’da anlatılanların yeni olmadığını, önceki ilahi kitaplarda, diğer kitaplarda, yazıtlarda ya da anlatılarda zaten var olduğunu belirtmek için ayetleri görmezden gelenler tarafından kullanılan alaycı bir ifadedir. Bunu söyleyerek Kur’an’ın önceki ilahi kitapları tasdik etmesini de istismar etmişlerdir (Enfal 8/31, Nahl 16/24, Mü'minun 23/83, Furkan 25/5, Neml 27/68, Ahkaf 46/17, Kalem 68/15, Mutaffifîn 83/13).
[*] Cehenneme gidecekler, inandıktan sonra kafir olanlardır. Allah Teala şöyle buyurur: "Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” (Al-i İmran 3/106)
Küfür örtme; kâfir, örten demektir. Allah’ın her şeyin sahibi ve yaratıcısı olduğunu, koyduğu kurallara uymak gerektiğini bilmeyen yoktur. O kurallar, kişinin hayat tarzına ters düşmeye başlarsa uymak zorlaşır ve onları görmezden gelmeye başlar. Görmezden gelse de üstünü örttüğü imanın kendine yeteceğini, ama Allah’a tam teslim olamadığını, bir gün onu da yapacağını düşünür. “Kâfir olanlar, zaman zaman “Keşke biz de Allah’a teslim olanlardan olsak” diye arzu ederler. Bırak onları yesin, içsin hayatın tadını çıkarsınlar, beklentileri kendilerini oyalasın; nasıl olsa yakında öğreneceklerdir.” (Hicr 15/2-3)
Bunlar cehennemi görünce kendilerine fayda sağlayacak tek şeyin iman olduğunu anlayacak ve gerçek mümin olmak için dünyaya döndürülmek isteyeceklerdir. Ancak menfaatlerinin esiri oldukları için dünyaya döndürülseler bile doğu olanı değil de menfaatlerine uygun gördüklerini yaparak yine kafir olacaklardır.
[*] Ahkaf 46/34.
[1*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz:
http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
[2*] Kehf 18/6, Şuara 26/3.
[*] Nebilerinden mucize talep edip de, geldiğinde inanmayan toplumlar (Şuara 26/154) helak edilmişlerdir (A'raf 7/103-136, İsra 17/59,90-93).
[1*] Allah, Adem aleyhisselamdan son Nebi Muhammed aleyhisselama kadar, bütün nebilerine kitap vermiştir. İmtihan gereği koyduğu küçük farklar dışında hepsinde ana yol aynı olduğundan biri diğerini tasdik eder (Maide 5/48). Bu ayet indiği sırada henüz Kur'ân tamamlanmamıştı ama En’am 6/84. ayetten 89. ayete kadar bütün nebilere işaret edildikten sonra şöyle buyurulmuştur: “İşte onlar, Allah'ın rehber /kitap verdiği kimselerdir. Sen de onların rehberine /kitaplarına uy." (En’am 6/90) Mekke’de bilinen ilahi kitaplar, sadece Tevrat ve İncil idi (En’am 6/156-157). Kur’an’da hüküm olmayan konularda onlara başvurulunca herhangi bir eksik kalmamış oluyordu. Nitekim kıble değişinceye kadar müslümanlar Tevrat’a uyarak namazlarını Kudüs'teki Beyt-i Makdis’e yönelerek kılmışlardı (Bakara 2/143-144). Kur’an’ın inişi tamamlanınca uyulacak tek kitap o oldu. Artık başkasına uyulamaz (Maide 5/3).
[2*] Şûrâ 42/29
[*] Ayette geçen (yeşe’ = يشأ) fiilinin kökü, “var etme” anlamında olan (şey = شيء)’dir (Müfredât). Allah her şeyi, bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). Onaylarını, bu ölçülere göre verir.
[*] Yunus 10/22-23, İsra 17/67.
[2*] İnsanları saptıranlar insan ve cin şeytanları olduğu için (Nas 114/1-6) (eş-şeytân = الشَّيْطَانُ) kelimesi cins ismi sayılarak meal verilmiştir.
[*] A’raf 7/163-166, İsra 17/15,
[*] “Hamd”, birini kendi yaptığı şeyden dolayı övmektir. “Güzel yemek yapar, arkadaşlığı iyidir.” gibi sözler buna girer. “Şükür” ise kendine iyilik yapanı övmek veya yapılan iyiliğe iyilikle karşılık vermektir. Yaptığı her şeyi güzel yapan sadece Allah’tır. Allah’ın yaptığı ile insanların yaptığı arasındaki farkı göstermek için “güzel” yerine “mükemmel” kelimesini kullandık.
[*] Dinleme, görme ve kalp yani gönül, insana ruh üflenmesi ile birlikte oluşan ve onu diğer canlılardan farklı hale getiren yapıdır. Bkz Secde 32/9 ve dipnotu
[*] Taha 20/1-3, Fatir 35/18, Yasin 36/11, Kaf 50/45.
[*] Kehf 18/28.
[*] Fitne için bkz. En’am 6/23’ün dipnotu.
[1*] Arapça “Selam size!” (Selâmun aleykum) Türkçe’de “Size selamet (esenlik ve güvenlik) olsun” demektir.
[2*] Ayette geçen (جَهَالَةٍ = cehâlet)’in Türkçe karşılığı cahillik veya cahillik etmektir. Cahillik, bilmemek; cahillik etmek de bildiği halde kendini tutamayarak yanlış iş yapmaktır. Züleyha ve diğer kadınların onu elde etmeye çalışmaları karşısında Yusuf aleyhisselamın söylediği şu sözler, cahillik etme anlamına uygun düşmektedir: “Rabbim! Bu kadınların istediklerine uymaktansa hapsi tercih ederim. Onların oyununu benden savmazsan onlara karşı çocukça davranır ve cahillik edenlerden olurum.” (Yusuf 12/33) . Yusuf (as) kendine hakim olamamaktan korkuyordu. Allah Teâlâ kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemediği için (Bakara 2/286) bu ayette geçen cehalet kelimesine “bilmeden” anlamı verilemez.
[*] Mü’min 40/66.
[*] Var olduğu halde duyu organlarından uzak olana veya kişinin bilmediği şeylere ‘gayb’ denir. (Mufredat)
[1*] Ölüm, bedenin canlılığının son bulması, vefat ise ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bu ayete göre her gece vefat edilmektedir ancak bu esnada beden ölmüş değil uyku halindedir. Ölen bir bedene ruh geri dönemez. Ölüm (mevt) ve vefat kelimelerinin aynı cümle içinde kullanıldığı 61. ayetten anlaşılacağı üzere ikisi aynı şey değildir. Konu ile ilgili olarak detaylı açıklama Zümer 39/42 ve dipnotunda verilmiştir.
[2*] Ecel-i Müsemma: Belirlenmiş ecel. Bkz.: En’am 6/2 ve dipnotu.
[1*] Ra’d 13/11, Tarık 86/4.
[2*] Halk arasında, Azrail adında tek bir ölüm meleği olduğuna inanılır. Bu ayete ve daha bir çok ayete göre, insanların canını almakla görevli meleklerler birden fazladır (Nahl 16/28-33,Secde 32/11). Hadislerde de durum aynıdır (Buhârî, Cenâiz, 69, Enbiyâ, 31; Müslim, Feżâil, 157, 158; Tirmizî, Tefsîr, 7; İbn Mâce, Cihâd, 10; Müsned, II, 269, 351; IV, 287; V, 395). Azrail kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde yoktur.
[*] Allah burada ve daha nice ayette (Bakara 2/202, Al-i İmran 3/199, Maide 5/4, Ra’d 13/41, İbrahim 14/51), hesabı çabuk göreceğini bildirdiği ve mahşerde şefaatin olmayacağını açıkça ifade ettiği halde (Bakara 2/48,254, En’am 6/70, İnfitar 82/19) kendi içerisinde de tutarsızlığı olan birtakım rivayetlere dayanılarak mahşer yerinde hesabın geciktirilmesinden bunalan insanların, arabuluculuk yapsınlar diye bütün nebilere başvuracağı ama hepsinin birer bahane ile arabuluculuğu reddedeceği, bunu sadece Muhammed aleyhisselamın kabul edeceği ama onun da diğerlerini dikkate almadan şefaati kendi ümmeti için yapacağı söylenmiş ve buna şefaat-i kübra denmiştir. (Buhârî, Enbiya 3, 8, Tefsir, Benî İsrail 5; Müslim İman 327; Tirmizî, Kıyamet 11) Halbuki Muhammed aleyhisselamın, kendinin bile nasıl bir muamele ile karşılaşacağını bilemeyeceği (Ahkaf 46/9), gaybı da bilmediği açıkça bildirilmiştir (En’am 6/50, Araf 7/188, Hud 11/31).
[*] Allah, gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları, insanları ve cinleri zorlu bir imtihandan geçirmek için yaratmıştır. Bunu Hud Suresinin 7. ayetinde açıklamış, diğer ayetlerde de “(بِالْحَقِّ) o gerçek için” ifadesiyle buna işarette bulunmuştur (Hud 11/7, İbrahim 14/19, Hicr 15/85, Nahl 16/3, Ankebut 29/44, Rum 30/8, Zümer 39/5, Duhan 44/39, Ahkaf 46/3, Teğabun 64/3).
[*] Ayette geçen “kevkeb = كوكب” kelimesi gezegen anlamına gelir. Kur’an’da yıldız için “necm = نجم” kelimesi kullanılır. Nitekim Kıyamet /mezardan kalkış öncesinde yıldızların söneceğinden (Mürselat 77/8, Tekvir 81/2), gezegenlerin de dağılacağından (İnfitar 82/2) bahsedilerek iki kavramın farklı olduğu ortaya konmuştur. Yıldızların sönecek olması, ışıklarının kendilerinden olduğunu vurguladığı gibi gezegenlerin kendi ışıklarının olmadığını da gösterir. İbrahim aleyhisselamın gördüğü gezegen, dünyadan bakıldığında çok parlak bir yıldız gibi görünen Venüs olmalıdır.
[*] Allah’ın varlığı ve birliği konusunda kimsenin şüphesi yoktur. İlah sayılanlar, Allah ile araya konan aracılardır. Heykellerin ilah olamayacağını herkes kolayca anlayacağından o suçu işleyen hiçkimse affedilmez. Ayette, “bile bile” ifadesinin kullanılması, bilmeden yapılan yanlışların affedileceğini gösterir (Bakara 2/286). Bunun örneği İbrahim aleyhisselamdır. O, büluğa erdiği andan itibaren (A’raf 7/172-173) putların ilah olmayacağını anlamıştı. Ama o. bu ayetlerde belirtildiği gibi, gözlemler yapıp kesin kanaate varıncaya kadar yıldızın, ayın ve güneşin kendi rabbi olduğu inancındaydı. Onların rab olamayacaklarını anlar anlamaz kesin tavrını ortaya koydu (Enbiya 21/51-64). Onun bu konuda, bile bile yaptığı bir yanlış olmadığı için Allah onu hiçbir zaman müşriklerden saymamıştır (Bakara 2/135, Al-i imran 3/18, 67, 95, En’am 6/161, Nahl 16/123). (Enbiya 21/52-56).
Hiçbir Müslüman puta tapmaz ama Nebimiz Muhammed aleyhisselamın, ilim adamlarının ve din adamlarının ilah yapıldığının farkında değillerdir. Allah Teala Kur’an’ı sadece kendisinin açıkladığını, bunu bir ilme göre yaptığını (A’raf 7/52), yaptığı açıklamalara, konuyu bilenlerden oluşan bir ekibin ulaşabileceğini (Fussilet 41/3) bildirmiş, başkasının yapacağı açıklamayı kabul etmenin onu ilah yapmak olduğunu açıkça ifade etmiştir (Hud 11/1). Ama geleneksel yapı, bir çok ayeti gizlemiş, bir çoğuna da yanlış anlamlar vermiş ve Nebimiz Muhammed aleyhisselamın da ayetleri açıklama yetkisinin olduğunu, bütün Müslümanlara kabul ettirmiştir. Kur’an’ı açıklama yetkisi alimlere de verilerek mezhepler oluşturulmuş ve bir ilahlar piramidi meydana getirilmiştir. Bu, kabul edilebilecek bir şey değildir (Bakara 2/103-105, 213, En’am 6/159, Şura 42/13-14). Bu yapıyı, bilmeden kabul edenlerin bir sorumluluğu olmaz (Bakara 2/22, 120, 145, 286). Ama bir çok ayeti gizleyip bir çoğunun da anlamını bozarak Müslümanları bu hale sokanlar, en ağır cezaya çarptırılacaklardır (A’raf 7/44-45).
[1*] Lokman 31/13.
[2*] Buraya kadar anlatılanlar, putperest bir aileden doğmuş İbrahim aleyhisselamın henüz nebi olmadığı delikanlılık çağında (Enbiya 21/60) ailesine ve putperest olan toplumuna karşı yaptığı mücadeledir. Tabiat ayetlerini okuyarak elde ettiği doğru bilgileri iyi kavrayan ve Allah’a tam güvenen bir genç olarak güçlü bir mücadeleye girmiş, kralın karşısında dahi duruşunu bozmamıştır (Bakara 2/258). İbrahim ile baş edemeyeceklerini anlayınca onu yakarak öldürmeye karar vermişlerdi. Tabiattan öğrendiği doğru bilgileri insanlara tebliğ eden İbrahim’i Allah korumuş ve ateşe, onu yakmaması emrini vermiş (Enbiya 21/68-69). daha sonra da onu ve onunla aynı inançta olan Lut’u oradan kurtarmıştı (Enbiya 21/70-71). İbrahim aleyhisselam ve beraberindekilerin davranışları bizim için güzel bir örnek olmuştur (Mümtahine 60/4-7).
[*] İbrahim aleyhisselamın 73. ayetten itibaren anlatılan gözlemlerinin benzerlerini her insan yaparak Allah’ın varlığını ve birliğini, gözüyle görmüş ve eliyle dokunmuş gibi kavrar ve bu hususta Allah’a kesin söz verir. Bu da Allah’ın bize karşı delilidir. Bu olay büluğ çağının başında gerçekleşir (A’raf 7/172-174). İbrahim aleyhisselamın halkına "Benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz?" demesi, bu bilgiye onların da ulaşmış olduğunu gösterir (En’am 6/80).
[*] Zümer 39/65-66.
[*] Adem aleyhisselam, insanlığın ve bütün nebilerin babasıdır. Bu ayetler, Adem ile başlayıp Muhammed aleyhisselama kadar gelen bütün nebilere işaret etmekte ve onların tamamına kitap ve hikmet verildiğini bildirmektedir.
[*] Mekkeliler, nebimizi ve getirdiği kitabı kabul etmediler, onu ve ona inananları ağır baskılar altına aldılar. Onlar da Medine’ye göç ettiler. Allah, Mekke’den göç eden müslümanlarla onlara kucak açan Medinelilere büyük başarılar nasip etti ve 8 yıl sonra Mekke’nin hakimiyetini onlara verdi (Maide 5/54).
[1*] Bu ayetteki emir gereği Nebimiz, hakkında hüküm indirilmemiş konularda önceki kitaplara uymuştur. Örneğin, kıble değişimi ile ilgili ayetler ininceye kadar namaz kılarken Kudüs’e doğru dönmesinin sebebi buydu (Bakara 2/142-150). Maide Suresinin inmesiyle birlikte dinin tamamlandığı bildirilmiş ve artık her konuda Kur'ân'da olan hükümlere uyulması emredilmiştir (Maide 5/3,48).
[2*] Allah’ın kitaplarından sorumlu olanlar insanlar ve cinlerdir (Ahkaf 46/29-33, Zariyat 51/55-56, Rahman ve Cin sureleri). Bu sebeple buradaki alemler insan ve cin topluluklarını gösterir.
[1*] En’am 6/19, Enbiya 21/107, Furkan 25/1, Cuma 62/2-3.
[2*] Ayetin metninde geçen (es-salât = الصَّلَاة) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bırakmamak ve sürekli arkasında olmaktır. (Lisan’ul-Arab) Kişinin sürekli yapması gereken, kendine düşen görevlerdir. Her müslümanın hiç aksatmadan yapması gereken tek ibadet namaz olduğu için ona da salat denmiştir.
[*] Enfal 8/31
[*] Bu Allah’ın yaratma kuralıdır.
[1*] (El-ısbâh = الْإِصْباحِ) sabaha giriş, (الصَّبَحُ = sabah) da kızıllıktır. [Mekâyîs’ul-luğa] Fecr-i kâzibin başından itibaren ufku saran bu alacakarınlık, bir kubbe gibi olduğunda ufkun alt tarafında oluşan karanlık çizgiye paralel olarak uzanan beyaz ışık kümeleriyle bölünür (Bakara 2/187) ve sabah namazı vakti girer.
[*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki (left = لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır; ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.
[1*] Allah “İki eşi, erkeği ve dişiyi, ölçüyü koyduğu sırada nutfeden yaratmıştır” (Necm 53/45-46) Önce döllenme olur, arkasından ölçüler belirlenir (Abese 80/18-19). Araplar su damlasına benzeyen inciye (nutafe = نُطَفةٌ) derler (Lisan’ul-Arab). Bu da nutfenin, beyaz inci tanesi görünümünde olduğunu gösterir. Nutfe, karar-ı mekîn’de oluşur. (Müminûn 23/13). Karar, kalınabilecek rahat yer, mekîn ise bir şeyin üzerinde gücü ve etkisi olan şeydir. Nutfenin hem oluşmasına hem de kalmasına imkân veren yer ana rahmidir. Yukarıdaki ayet ana rahmini, müstekar ve mustevda diye ikiye ayırır. Müstakar, döllenme anından rahim cidarına yapışmasına kadar kalınan yerdir. Müstevda ise ceninin doğum ile ananın vücudundan ayrılacağı yerdir. “Kadınlarınız sizin için ekim yeridir.”(Bakara 2/223)
[2*] Zümer 39/6.
[1*] Ra’d 13/4.
[2*] İltifat, bkz En'am 6/97. ayetin dipnotu
[*] Saffat 37/149-150, Nahl 16/57.
[*] Zümer 39/62.
[*] Kendini veya başkasını Allah’ın yerine koyarak Allah’ı ikinci sıraya atanlar.
[*] (şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz En’am 6/35. ayetin dipnotu. İmtihanla ilgili konularda ilk kararı insan verir. Çünkü Allah, herkesin yola gelmesini ister (Nisa 4/26) ama sadece “doğruya yöneleni kendine yöneltir” (Ra’d 13/27).
[*] Ayette geçen (dûn دون ) kelimesi yakınlaştırma, aşağı görme, üstün altı ve altın üstü anlamlarına gelir (Tâcu’l-arûs). Müşrikler, kutsadıkları varlıkları, bir yönüyle Allah’a, bir yönüyle de insanlara benzeterek Allah ile insan arasında bir yere yerleştirir ve o yolla Allah’a ulaşmaya çalışırlar. Ayetlerdeki (min dûn’illah = من دون الله) daha çok bu anlamı ifade eder. Hristiyanlar İsa’yı Allah’ın oğlu, Mekkeli müşrikler tanrılarını Allah’ın kızları, büyüklerini aracı koyanlar da onları Allah’ın dostu sayarak Allah ile aralarına koyarlar. Bu inanç, insana sinir uçlarından yakın olan Allah’ı (Kaf 50/16) ikinci sıraya koymaya sebep olur ve kişiyi müşrik yapar.
[*] İltifat, bkz En'am 6/97. ayetin dipnotu
[*] (şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz En’am 6/35. ayetin dipnotu. Allah sadece “doğruya yöneleni kendine yöneltir” (Ra’d 13/27) ama insanların çoğu, kendini düzeltmeden mümin sayılmak ister.
[*] Taha 20/117
[1*] Hud 11/1-2, Fussilet 41/1-4.
[2*] Nur 24/51.
[3*] Bakara 2/121, Maide 5/83-85, En’am 6/20, Ra’d 13/36, Kasas 28/52-54, Ankebut 29/47.
[4*] Yunus 10/94.
[*] Allah’ın elçisi Muhammed aleyhisselam da dahil hiç kimsenin sözü Allah’ın sözünün yerine konamaz. Şu ayetlere göre herhangi bir kimsenin sözünü Allah’ın sözlerinin yerine koyan, onu ilahlaştırmış ve müşrik olmuş olur (Hud 11/1-2)
[*] En’âm Suresi Mekke’de indiği için bu ayet, oradaki Müslümanların, müşriklerin, Allah’ın adını anarak kestikleri hayvanların etinden yemediklerini gösteriyor. Çünkü onlar, kestikleri hayvanların bir kısmı üzerine Allah’ın adını anmaz (En'am 6/138) sadece onları Allah’tan başkası adına keserlerdi (En'am 6/145). Âyetler çok açık olmasına rağmen Sünni, Şiî bütün mezhepler, müşriklerin kestiklerini yemenin haram olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Haram olan, Allah’tan başkasının adı anılarak kesilenlerdir. O hayvanlar, bu iş için yerleştirilmiş taşlar (nusub) üzerinde kesildiği için o taşların üzerinde kesildiği bilinenler de haramdır. Bkz. En'am 6/121, Maide 5/3.
[1*] Allah’tan başkası adına kesilmediği sürece besmele çekmeden kesilen hayvan etlerinin yenmeyeceğinin bir delili yoktur (Bakara 2/173, Maide 5/3. En’am 6/145 ve Nahl 16/115). Besmele, sadece Kurban bayramı kurbanı için şarttır (Hac 22/28, Hac 34-36) Ayetler her şeyi açıkça ortaya koyduğu halde tefsir ve meallerde bu ayete yanlış anlam verilerek besmelesiz kesilen hayvan eti haram sayılmıştır. Bunların Arap diline açıkça aykırı olan hataları (وَإِنَّهُ لَفِسْقٌ) cümlesini, önceki cümleye atfedilmiş saymalarıdır. O cümle fiil ve inşa cümlesi, bu ise isim ve haber olduğundan bu cümle, (وَلاَ تَأْكُلُواْ ) cümlesi için hal olur ve yeme yasağını, kesimin fısk şeklinde olması hali ile sınırlar. Zaten bu Surenin 145. ayetine göre fısk, Allah’tan başkası adına kesilen hayvandır. Eğer fısk hayvanı kesenin eylemi olsaydı hayvanın eti haram olmaz, sadece yapılan iş haram olurdu. Ayrıca hiçbir ayet ve hadiste hayvanı kesenin Müslüman olması şartı yoktur. Bir grup sahabî Resulullah’a: “Ey Allah’ın Resulü! Bazıları bize et getiriyor. Üzerine Allah’ın adını anıp anmadıklarını bilmiyoruz. Ondan yiyelim mi, yemeyelim mi?” diye sordular, dedi ki: “Siz Allah’ın adını anın ve yiyin!” (Buhârî, Zebâih, 21; Ebû Dâvûd, Edâhî, 13–19; İbn Mâce, Zebâih, 4.)
[1*] Ankebut 29/69.
[2*] Allah’ın iki türlü iradesi vardır; biri isteğini, diğeri kararını gösterir. O, her insanın yola gelmesini ve yanlışlardan dönmesini ister (Nisa 4/26-27). İstek anlamındaki bu iradesi yerine gelmeyebilir. Allah bütün insanların tövbe etmesini de ister ama etmezler. Allah’ın karar anlamındaki iradesi kesin olarak yerine gelir ve verdiği "ol" emriyle birlikte o şey oluşmaya başlar (Bakara 2/117, Yasin 36/82). İnsanın, karar anlamındaki iradesi, ancak gereğini yapmasıyla meydana gelebilir (Necm 53/39). Çaba gösterilen şeyin oluşması da Allah'ın gerekli şartları yaratmasına bağlıdır. Kul kâsib yani çalışan, Allah da hâlik yani yaratandır (Teğabun 64/11,Tekvir 81/29).
[4*] Sapmakta olan kişiyi Allah çeşitli yollarla uyarır. İçinin bu şekilde daralması ondandır (Tevbe 9/115, Şems 91/8-10).
[5*] Yunus 10/100.
[*] Hikmet, Allah’ın indirdiği ve yarattığı ayetlerden doğru bilgiye ulaşma yöntemi ve ulaşılan doğru bilgidir. Allah’ın kitabındaki hikmete ulaşma yöntemi, o kitabın içinde anlatılmıştır (Al-i İmran 3/7, Hûd 11/1-2, Fussilet 41/3).
[1*] İltifat, bkz 6/69. ayetin dipnotu
[2*] Bkz. Nisa 4/48 ve dipnotu. Allah, şirkin dışındaki günahları affedebileceğini bildirdiği için müşrik olmadığı halde ebedi cehennem cezasını hak edenler de çıkarılabilirler (Nisa 4/93).
[*] Maide 5/51.
[*] (Şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz En’am 6/35. ayetin dipnotu. Burada yaratılacak olan, o kişileri etkisizleştirecek şartlardır.
[*] Koyun, keçi, sığır, deve
[1*] Bunu yapanlar onların ilah sayıp Allah’a ortak bildikleri varlıklar değil, o varlıkları temsil ettiğine inanılan kişilerdir.
[2*] Bkz. En’am 6/107 ve dipnotları.
[1*] En'am: Koyun, keçi, sığır ve devedir. Bakınız En'am 6/142-144.
[2*] Maide 5/103.
[*] Bakara 2/267.
[*] Bu ve bundan önceki ayetin başında gizli enşee = أَنشَأَ fili vardır. Anlam ona göre verilmiştir.
[1*] Bu ayete göre sadece akmış kan haramdır, damarlarda kalan kan haram değildir.
[2*] Allah’tan başkası adına kesildiği, net olarak bilinmedikçe, Müslüman olmayanların kestiği veya besmelesiz kesilen hayvanın eti haram değildir. Aksini gösteren ne bir ayet ne de hadis vardır (En’am 6/121).
[1*] Yahudiler, karada yaşayan hayvanlardan sadece çatal ve yarık tırnaklı olup geviş getirenleri yiyebilirler. [Levililer, 11:1–3; Tesniye, 14:6.] Bu kurala göre sığır, koyun, keçi, geyik, ceylan, karaca, yaban keçisi, gazal, ahu, dağ koyunu gibi hayvanları yemek helal [Tesniye, 14:4–5.], geviş getirmelerine rağmen çatal tırnaklı olmayan deve, yaban faresi ve tavşan ile çatal tırnaklı olmasına rağmen geviş getirmeyen domuz haramdır. [Levililer, 11:4–8; Tesniye, 14:7–8.] Yine karada yaşayan gelincik, fare, kara kurbağası türleri (keler ve kaplumbağa), kirpi, bukalemun, bütün kertenkele türleri, salyangoz ve köstebek gibi küçük canlılar da yasaklanmıştır. [Levililer, 11:29–31]
[2*] Ayette “bakar (بقر)” yani sığır cinsi hayvanlarla “ğanem (غنم)” yani koyun-keçi cinsi hayvanların iç yağlarının da haram kılındığının belirtilmesi, buna mukabil deveden hiç bahsedilmemesi, devenin Yahudilere mutlak manada haram kılındığının delilidir. Yukarıda 143 ve 144. ayetlerde dişili erkekli koyun, keçi, sığır ve deve cinsi hayvanlar - ki bunlara en’âm denir- zikredilip bu ayette (146. ayet) üçünden bahsedilip sadece deveden bahsedilmemesi, devenin bir bütün olarak haram kılındığını işaret eder. Bu ayet, Tevrat’ta geçen, Yahudilere özel yasağın Kur’an ile tasdik edildiğini göstermektedir.
[3*] Nisa 4/160-161, Nahl 16/118.
[*] Bu baskı, onların düşünüp yola gelmelerine yardımcı olmak içindir. (En’âm 6/43, 125-126)
[1*] Şae fiilinin, cümlenin akışından anlaşılan bir mefulü olur. Buradaki mef’ul “başka bir durumda olmamızı” şeklindedir. Meale ‘farklı’ kelimesini koymamız bu anlamı göstermek içindir.
[*] Kur’an’da olmayan kader inancını İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak (şâe = شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş, bu yanlış anlamı, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Yukarıdaki ayete de şu meali vermişlerdir:
“De ki: Kesin delil ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi” Bunu yapanlar Kur’an’ı, çelişkili bir kitap gibi göstermeyi de başarmışlardır. Ayette geçen (şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz En’am 6/35. ayetin dipnotu.
[1*] Maide 5/76, Furkan 25/43.
[2*] En’am 6/1.
[1*] Allah’ın emrettiği ana-babaya itaat değil, ihsan yani iyi davranmaktır (Nisa 4/36, İsra 17/23, Ahkaf 46/15).
[2*] Fuhuş çeşitleri diye meal verdiğimiz fevahiş kelimesi çoğuldur. Arapçada çoğul en az üçü gösterir. Bunlardan zina (İsra 17/32) ile erkek erkeğe ilişki (Araf 7/80, Ankebut 29/28) Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. Üçüncüsü de kadın kadına ilişki olur.
[3*] Adam öldürmenin meşru olduğu durumlar, savaş (Bakara 2/190), kısas (Bakara 2/178-179, İsra 17/33) ve terör suçu işleyenlerden bir kısmına verilen ceza (Maide 5/33) ile sınırlıdır.
[1*] Nisa 4/6
[2*] Bakara 2/220.
[3*] Nisa 4/135, Maide 5/8.
[1*] İltifat, bkz En'am 6/97. ayetin dipnotu
[2*] İltifat, bkz En'am 6/97. ayetin dipnotu
[1*] Bakara 2/210, Nahl 16/33, Haşr 59/2.
[2*] Nisa 4/18, Münafikûn 63/10-11.
[*] Bu husus İncil’de şöyle geçer: "Akılsız tartışmalardan, soyağacı didişmelerinden, Kutsal Yasa’yla ilgili çekişme ve kavgalardan sakın. Bunlar yararsız ve boş şeylerdir. Birinci ve ikinci uyarıdan sonra fırkacı (bölücü) kişiyle ilişkini kes. Böyle birinin sapmış olduğundan ve günah işlediğinden emin olabilirsin; o kendi kendini mahkûm etmiştir." (İncil, Titus 3:9-11)
[*] En’am 6/14.