A'RAF
[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.
[*] Bu harflere huruf-u mukattaa /birbiri ile bağlantısı kesilmiş harfler denir. Bunların Nebîmize sorulmamış olması, bilinen bir anlamının olduğunu gösterir. Yoksa müşrikler bunu dillerine dolar, Nebîmizi sürekli rahatsız ederlerdi. Bununla ilgili sorular, İslam’ın Arap yarımadası dışına yayılmasından sonra başlamıştır. Bu harflerle başlayan yirmi dokuz sureden yirmi beşinde Kur’an’a, dördünde de önemli bir konuya vurgu yapılıyor olmasından onların dikkatleri toplama görevi yaptığı anlaşılır. Türkçede böyle bir kullanım yoktur.
[*] İbrahim 14/52, Tâhâ 20/2-4, Kâf 50/37.
[*] En’am 6/6, Kasas 28/58, Kamer 54/51.
[*] Enbiya 21/11-14.
[1*] En’am 6/130, Kasas 28/65, Zümer 39/71, Mülk 67/6-11.
[2*] Maide 5/109.
[1*] Allah insanları ve cinleri imtihan için yaratmış (Zariyat 51/56, Mülk 67/2), ömür boyu neler yaptıklarını tespit edip (Bakara 2/155, Âl-i İmran 3/142, Muhammed 47/31) kayda geçirtmiştir. Sonuçları ahiret gününde açıklayacaktır.
[2*] Kehf 18/49, Zümer 39/69-70, Kaf 50/18, Hakka 69/19-29, İnşikak 84/7-15.
[1*] Enbiya 21/47.
[*] Mü’minun 23/103-104, Kâria 101/8-11.
[1*] Hicr 15/20.
[1*] Hiç kimse diğerinin tıpa tıp aynısı değildir (Âl-i İmran 3/6, Mü’min 40/64, Haşr 59/24, Teğabun 64/3, İnfitar 82/6-8).
[2*] Secdenin kök anlamı eğilmedir (Müfredat). Bu sebeple Güneş, Ay, gezegenler, dünya ve yıldızlar arasında oluşan eğimler /deklinasyon ve ona bağlı olarak gölgenin uzayıp kısalması, “secde” kelimesiyle ifade edilmiştir (Nahl 16/48, Ra’d 13/15). Bazı ayetlerde sadece itaat anlamında (Hac 22/18, İnşikak 84/21), bazılarında da itaat ile birlikte fiziki eğilme anlamında kullanılır (Bakara 2/34, 58, Nisa 4/154, A’raf 7/161, Yusuf 12/4 ve 100). Nitekim namazda, vücudumuz ayaklar, eller ve dizler üzerinde yere paralelken alnı yere koymak da Allah’a itaat ederek eğilme anlamındaki secdedir (Nisa 4/102-103).
[3*] Bakara 2/34, Hicr 15/27-31, İsra 17/61, Kehf 18/50, Tâhâ 20/116, Sâd 38/71-74.
[*] Hicr 15/32-33, İsra 17/61-62, Sâd 38/75-76.
[*] Hicr 15/36, İsra 17/62, Sâd 38/79.
[*] Ayetten anlaşılacağı üzere melekler (cinler) ölümlü varlıklardır. Öyle olmasaydı İblis, ömrünün uzatılmasını istemezdi. Bunların bazılarına ve İblis’e belli bir güne kadar süre tanınmıştır (Hicr 15/38, Sâd 38/81). Onların son günü, bütün canlıların öleceği gündür (Kasas 28/88. Rahman 55/26-27).
[1*] Bu ayetten anlaşılacağı üzere İblis, kendini suça sevk edenin Allah olduğunu iddia etmektedir. Kadercilik anlayışının temelinde de aynı mantık vardır. Kaderciler, her şeyi Allah’ın belirlediğini iddia ederek kendi hatalarını Allah’a mal ederler (En’am 6/148-149).
[2*] Hicr 15/39, Sâd 38/82.
[*] Bu ayetten anlaşılacağı üzere İblis, kendini suça sevk edenin Allah olduğunu iddia etmektedir. Kadercilik anlayışının temelinde de aynı mantık vardır. Kaderciler, her şeyi Allah’ın belirlediğini iddia ederek kendi hatalarını Allah’a mal ederler (En’am 6/148-149).
[1*] Orası dünyadaki bir bahçedir. Arapçada gövdeli bitkilerle örtülü bahçeye ‘cennet’ denir (Müfredat, Bakara 2/266). Âdem, dünyada yaratıldı, kendine göklerin ve yerin bilgileri öğretildi (Bakara 2/30-31). Onun, eşinin ve soyundan gelen bütün insanların yaşadığı ve kıyamet günü yeniden diriltilecekleri yer dünyadır (A’râf 7/25). Âdem ve eşinin girdikleri cennet /bahçe, ahiretteki cennet olamaz. Çünkü orası bir imtihan yeri değil, imtihanı kazananlara ödül olarak verilecek yerdir (Âl-i İmran 3/15, Kalem 68/34, Beyyine 98/7-8).
[1*] Beden diye meal verdiğimiz sev’e (سوأة) kelimesine, tefsir ve meallerde edep yeri anlamı verilir. Bu anlam, Kur’an bütünlüğüne uymaz. Nitekim, Maide 5/31 ve A’raf 7/27. ayetlerde “sev’e” kelimesi tüm beden için kullanılmıştır.
[2*] Parantez içine “elbise ile” ifadesini koymamızın sebebi A’raf 7/27. ayettir. Elbise, Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. İnsanı diğer canlılardan ayıran şeylerdendir (A’raf 7/26). Âdem ile Havva elbiseyi, sırf edep yerlerini örtmek için değil, vücutlarını sıcaktan, soğuktan korumak ve güzel görünmek için giymişlerdir (A’raf 7/26, Nahl 16/81, Enbiya 21/80).
[3*] Elimizdeki Kur'ân nüshalarında “melekeyn (iki melek)” olarak harekelenen kelime, “melikeyn (iki melik)” şeklinde de harekelenmiştir (Keşşaf). Melik, en üst yetkili, sultan ve hükümdar demektir. Bu okuyuşu, Tâhâ 20/120. ayet de onayladığı için bu ayete yukarıdaki anlamdan başkası verilemez. Tefsir ve meallerde ‘melekeyn (iki melek)’ tercih edilmiştir ama Âdem aleyhisselamın kendisine secde eden meleklere özenmesi düşünülemez.
[4*] Tâhâ 20/120.
[*] Âdem aleyhisselam ve eşi bu bahçede bulundukları sürece ne sıkıntı ne açlık çekecekler ne de çıplak kalacaklardı (Tâhâ 20/118). Şeytan da Allah’tan aldığı izin gereği (İsra 17/64) onlara karşı son derece samimi görünerek onların ayaklarını kaydırmaya çalışmış ve bunu başarmıştır (Bakara 2/35-38).
[*] Tâhâ 20/121.
[1*] Buradaki “hüsrana uğrayanlar” ifadesi, Adem ve Havva’dan önce de hüsrana uğrayanların olduğunu gösterir. Onlar ancak daha önce yaratılmış olan cin (Hicr 15/29) topluluğundan olabilir (Fussilet 41/25, Ahkaf 46/18).
[2*] Bakara 2/37, Tâhâ 20/122.
[1*] Önceki iki ayette zamirler, Arap dili açısından iki kişiyi, Âdem’i ve Havva’yı gösterecek şekilde kullanıldığı halde bu ayette ikiden fazla kişiyi gösterecek şekilde kullanılmıştır. İblis de Âdem’i ve Havva’yı yoldan çıkarma suçu işlediğinden bu ifade tarzı onun da o bahçeden çıkarıldığını gösterir (Bakara 2/38).
[2*] Bakara 2/36, Tâhâ 20/123.
[*] Tâhâ 20/55, Rum 30/25, Nuh 71/17-18. Bu ayetin bir benzeri, Tevrat’ın Yaratılış 3:19 pasajında bulunur: “Alın teri dökerek ekmek yiyip sonunda toprağa döneceksin, çünkü ondan alındın. Topraksın, yine toprağa döneceksin.”
[1*] Her şeyin kaynağı Allah’ın katındadır. Allah onları, belli bir ölçüye göre indirir (Hicr 15/21). Elbise yapımına sebep olan maddeleri de Allah yeryüzüne, belli bir ölçüye göre indirmiştir.
[2*] "Sizi koruyan elbise" diye meal verdiğimiz tamlama, “libâsu't-takva” yani takva elbisesidir. Takva, korunma demektir. Takva elbisesi, vücudu sıcaktan, soğuktan ve kötü bakışlardan koruyan elbisedir. İnsandan başka elbise giyen canlı yoktur. Bu özelliğinden dolayı insan, dünyanın her yerinde ve her koşulda yaşayabilmektedir (Nahl 16/81, Enbiya 21/80, Nûr 24/31, Ahzab 33/59).
[3*] Allah’ın ayetleri ikiye ayrılır: İlki yaratılmış ayetlerdir, bunlar kainattaki tüm varlıklardır. İkincisi indirilmiş ayetlerdir ki onlar ilahi kitaplardadır (Fussilet 41/52-53, Şûra 42/13-14). Yaratılmış ayetler, indirilmiş ayetlerin doğruluğunun göstergesidir; çünkü hem kainatı yaratan hem de onunla ilgili en doğru bilgileri veren Allah’tır. İndirilmiş ve yaratılmış ayetler arasında çelişki olmaz, aksine kopmaz bir bağ vardır. Bilimin kaynağı Allah’ın yarattığı ayetlerdir. Bu sahada Allah’ın indirdiği ayetlerden de yararlanılırsa bilimde, hayallerin ötesinde bir gelişme yaşanacaktır.
[1*] “Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır. Bağlamı ile düşünülünce bu ayetteki anlamının “başını yakma” olduğu ortaya çıkar.
[2*] A’raf 7/22.
[3*] Şeytanlar, doğru yoldan çıkmış olan ama başkalarını da çıkarmak için doğru yolun üstünde oturan insanlar ve cinlerdir (Bakara 2/14, En’âm 6/71, 112, A’raf 7/30, Şuara 26/221-223, Nas 114/1-6).
[1*] Bu sure Mekke’de indiği için bu söz, öncelikle Mekke müşriklerine aittir. Benzer durum Müslümanlarda da vardır. Bütün mezhepler, esir kadına yani cariyeye sahip olan bir erkeğin onunla nikahsız ilişkide bulunmasını caiz görür. Onlar, görüşlerini ispat için bazı ayetleri görmezden gelir (Nisa 4/25, Nur 24/32-33), bazılarına da yanlış anlam verirler (Müminun 23/5-7, Meâric 70/29-31). Halbuki Allah Teala, esirler de dahil her kadın ve erkeğe, nikahsız ilişkiyi yasaklar ve namuslarını korumalarını emreder (Nur 24/32-33). Ama bugün, Müslümanların büyük bölümü, mezheplere dayanarak bunu Allah’ın caiz gördüğünü söyler (Bakara 2/170, Maide 5/104, Lokman 31/21, Zuhruf 43/22-24).
[2*] En’am 6/148-149, Nahl 16/35.
[3*] Nahl 16/90.
[4*] Bakara 2/169, A’raf 7/33.
[1*] Zümer 39/2-3.
[2*] Allah, her insanın yaratılışını çamurdan başlatmıştır (Secde 32/7). İnsan ölünce ilk haline dönecektir (Bakara 2/28).
[1*] Nahl 16/36.
[2*] Evliyâ, velinin çoğuludur. Burada veli, bir çocuğa veli olmak veya bir vilayete vali olmak gibi başkasını bağlayıcı söz söyleme yetkisine sahip olmak anlamındadır. Bu ayete göre, Allah’tan başka, kayıtsız şartsız emrine uyulan her varlık, Allah ile araya konulmuş şeytandır. Sapıtanlar, bu şeytanların emrine girenlerdir. Bunlar, Allah’ı ikinci sıraya koydukları için müşrik olurlar. (Al-i İmran 3/ 151).
[3*] Zuhruf 43/36-37.
[1*] Bu ayette “süs” diye meal verdiğimiz ziynet (الزينة) kelimesi, A’raf 7/26. ayette “güzel gösteren” anlamındaki (رِيش) kelimesi ile ifade edilmiştir. Elbise kadının da erkeğin de ziynetidir. Bedenlerini örten bu zinet onları hem güzel gösterir hem de sıcaktan, soğuktan ve kötü bakışlardan korur.
[1*] Maide 5/87, Yunus 10/59, Nahl 16/116.
[1*] Fuhuş çeşitleri diye meal verdiğimiz “fevahiş (فَوَاحِشَ)” kelimesi çoğuldur. Arapçada çoğul en az üçü gösterir. Bunlardan zina (İsra 17/32) ile erkek erkeğe ilişki (Araf 7/80, Ankebut 29/28) Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. Üçüncüsü de kadın kadına ilişki olur.
[2*] En’am 6/151.
[1*] Toplumların, insanlar gibi bir eceli vardır (Yunus 10/49). Yanlışa dalan toplumlar, kendi ecellerini kısaltır. Tevbe edip doğru yola girerlerse Allah onların ecelini tekrar eski haline getirir. Allah Teala şöyle buyurur: (Azap gelip çatmadan) iman edip imanının faydasını gören bir kent olsaydı keşke! Bunun tek istisnası Yunus’un kavmidir. İman ettiklerinde rezil edici azabı dünya hayatında üzerlerinden kaldırdık ve onları bir süre nimetlerden yararlandırdık (Yunus 10/98).
[2*] Yunus 10/49, Hicr 15/5, Nahl 16/61, Mü’minun 23/43, Sebe 34/30.
[*] Bakara 2/38, En’am 6/48, 130, Ahkaf 46/13.
[*] Bakara 2/39, Maide 5/10, 86, Hac 22/57, Rum 30/16, Teğabun 64/10.
[1*] En'am 6/21, 93, A’raf 7/37, Yunus 10/17, Hud 11/18, Ankebut 29/68, Zümer 39/32.
[2*] Nisa 4/40; En'âm 6/160; Neml 27/89-90; Kasas 28/84; Mü’min 40/40.
[3*] Azrail adında bir ölüm meleği olduğuna inanılır. Halbuki bu ayette ölenin ruhunu alan melekler için “elçilerimiz” ifadesi kullanılmıştır. Bütün melekler, Allah’ın, görev verdiği elçilerdir (Hac 22/75, Fatır 35/1). Şu ayetlerde de ruhları almakla görevli olanlar için melaike = melekler ifadesi geçer: Enfal 8/50-51, Muhammed 47/27-28. Arapçada çoğul, en az üç olduğu için insanların canını almakla görevli melekler üç veya daha fazladır (En’am 6/61 Nahl 16/28, 32, Secde 32/11). Hadislerde de durum aynıdır (Buhârî, Cenâiz 69, Enbiyâ 31; Müslim, Fezâil 157, 158; Tirmizî, Tefsîr, 7; İbn Mâce, Cihâd, 10; Müsned, 2/269, 351; 4/287; 5/395). Azrail kelimesinin, muhtemelen İbrânice asıllı olduğu, önceleri Yahudi iken daha sonra Müslüman olduğu söylenen Ka’b el-Ahbâr ve Vehb b. Münebbih gibi şahısların etkisiyle İslami eserlere geçtiği düşünülmektedir. Çünkü Rabbilere (Yahudi din bilginlerine) ait eserlerde ondan fazla ölüm meleği adı zikredilir, bunlardan bir tanesi de Azrael’dir (DİA, Azrâil mad.).
[4*] En’am 6/130.
[1*] Ankebut 29/25, Ahzab 33/66-68, Fussilet 41/29.
[2*] İbrahim 14/21.
[3*] Sâd 38/61.
[4*] Furkan 25/68-69.
[*] A’raf 7/36.
[*] Fatır 35/36.
[1*] Bakara 2/286, En’am 6/152, Mü’minun 23/62.
[2*] Bakara 2/82, Nisa 4/122, Yunus 10/9, Ra’d 13/29, Kehf 18/30-31, 107-108, Hac 22/50, Ankebut 29/58.
[1*] Hicr 15/47.
[2*] “Hamd”, birini kendi yaptığı şeyden dolayı övmektir. “Güzel yemek yapar, arkadaşlığı iyidir.” gibi sözler buna girer. “Şükür” ise kendine iyilik yapanı övmek veya yapılan iyiliğe iyilikle karşılık vermektir. Yaptığı her şeyi güzel yapan sadece Allah’tır. Allah’ın yaptığı ile insanların yaptığı arasındaki farkı göstermek için “güzel” yerine “mükemmel” kelimesini kullandık (Fatiha 1/2).
[3*] Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister, kendi arzularının peşinde olanlar da onu yoldan çıkarmak isterler (Nisa 4/26-27). Allah, doğru yolu tercih edenlerin içlerini rahatlatır. Onlara, korku ve üzüntü çektirmez. Yanlış yola girenler, menfaatlerini önceledikleri için gerçekleri görmemekte direnir ve yalana sarılırlar. Allah onlara da dünyayı cehennem eder (Bakara 2/38-39). Doğruları gördükleri halde yanlışta ısrar ettikleri için onların ahirette kendilerini savunmaları mümkün olmaz.
[4*] Yunus 10/9-10, Fatır 35/33-34.
[5*] Meryem 19/61-63, Zuhruf 43/72.
[1*] Bakara 2/79-80, Âl-i İmran 3/23-24.
[2*] İvec (عوج), çok dikkat etmedikçe anlaşılamayacak eğriliktir (Müfredat). Allah’ın yolunda böyle bir eğrilik isteyenler, yaptıkları yanlışlar kolaylıkla anlaşılmasın diye doğruya çok yakın görünecek çarpıtmalar yaparlar. Ayette sözü edilen kişilerin en çok istediği budur. Bu sebeple en tehlikeli yanlış, doğruya en çok benzeyendir (Âl-i İmran 3/99, Hûd 11/19, İbrahim 14/3, Kehf 18/1, Zümer 39/28).
[1*] Hadid 57/13’e göre bu engel, Cennet ile Cehennem arasında bulunan surdur.
[2*] A’râf, yukarıya doğru yükselen şey” anlamına gelen “urf (عرف)’un çoğuludur (Lisan’ul-arab). Öyleyse el-a’raf, Cennet ile Cehennem arasında bulunan surun üstündeki yüksek yerlerdir.
[3*] Cennetliklerin yüzü ak, cehennemliklerin yüzü kara olur, Yunus 10/27, Rahman 55/41, Abese 80/40-42). Yüzü kara olanlar, inandıktan sonra kafir olanlardır (Âl-i İmran 3/106-107) Bunlar, bütün delilleri görmüş, doğruluğu konusunda en küçük şüphesi kalmamış, daha sonra yalana sarılarak kafir olmuşlardır (Bakara 2/39, Âl-i İmran 3/86-91). Böyle kimseler, yoldan çıkmakla kalmaz, kolayca anlaşılamayacak saptırmalar yaparak başkalarını da yoldan çıkarırlar. Bunu, dünyayı ahiretten çok sevdikleri için yaparlar (İbrahim 14/3). İşte yüzleri kara olan ve cehennemden çıkmayacak olanlar bunlardır (Zümer 39/53-60).
[4*] Enbiya 21/101-103.
[5*] Bunlar, günahları sevaplarından fazla olanlarla (A’raf 7/9) bilmeden şirk günahı işleyenlerdir (Bakara 2/22). Allah, bile bile şirk günahı işleyenleri bağışlamayacaktır (Nisa 4/115-116).
[*] Sebe 34/34-35, Casiye 45/10.
[*] Yunus 10/3. ayete göre “Cennete girin” diyen, Allah tarafından şefaat etme izni verilen kişidir. Âl-i İmran 3/185, Meryem 19/68-72.
[*] A’raf 7/32.
[1*] En’am 6/70.
[2*] Nahl 16/62, Tâhâ 20/126, Secde 32/14, Casiye 45/34.
[1*] Bu surenin 41. ayetinden buraya kadar, cennetliklerin cennetteki, cehennemliklerin de cehennemdeki durumu anlatıldıktan sonra Allah’ın onlara, bir ilme göre açıkladığı bir kitap indirdiğinden söz edilmesi, onun her bir nebiye verilen kitap ve hikmet olduğunu (Âl-i İmrân 3/81) gösterir. Bu durumda Nebilere, kitap ile birlikte verilen hikmetin, o kitaptan, Allah’ın belirlediği yöntemle doğru hüküm çıkarma ilmi olduğu dışında bir şey olmaz. Nitekim Nebimiz Muhammed aleyhisselam da kendine indirilen ve öğretilen kitap ve hikmeti (Nisa 4/113) ümmetine öğretmiş ve Kur’an’dan doğru hüküm çıkarmanın yollarını göstererek onları geliştirmiştir (Bakara 2/151, Âl-i İmran 3/164).
[2*] Bu ilim (bilgi, yöntem), ayetlerin ayetler ile açıklandığı Kur’an yöntemidir. Daha detaylı bilgi için bkz. Âl-i İmran 3/7, Hud 11/1,2 ve dipnotları.
[1*] Tâhâ 20/124-126, Zuhruf 43/36-37.
[2*] Şefaat, birine eşlik etmek veya arka çıkmaktır (El-Ayn, Müfredât). Dünyada insanlar birbirlerine şefaat edebilir, yani arka çıkıp destek olabilirler (Nisa 4/85) ama mahşer günü, Nebiler dahil, kimse kimseye şefaat edemez (Bakara 2/254, İnfitar 82/17-19). Cennete gitmiş biri, bilerek işlediği şirk günahı ile değil de (Bakara 2/22) diğer günahlarından dolayı cehenneme girip cezasını çekmiş yakınına, Allah’ın onayıyla şefaat edebilir yani onu yanına alabilir (Tur 52/21). Çünkü Allah’ın onayı olmadan şefaat olmaz (Bakara 2/255, Tâhâ 20/109, Sebe 34/23).
[3*] En’am 6/27-28, Secde 32/12, Fatır 35/36-37, Zümer 39/58-59.
[4*] Bakara 2/166-167, En’am 6/22-24, 94, Yunus 10/28-30, Hud 11/21, Nahl 16/87, Kasas 28/74-75, Fussilet 41/48.
[1*] Yer ve göklerin toplam altı günde yaratıldığını gösteren ayetler şunlardır: Yunus 10/3, Hud 11/7, Furkan 25/59, Secde 32/4-5, Fussilet 41/9-12, Kaf 50/38, Hadid 57/4. Allah katındaki bir gün bize göre bin yıl kadar olduğu için (Hac 22/47) bu ayetteki altı gün altı bin yıla denk gelir.
[2*] Arş, üst yönetim makamını gösteren mecaz ifadedir (Yusuf 12/100, Neml 27/23). Türkçede onun yerine padişahlar için "taht", diğer yöneticiler için "koltuk" kelimesi kullanılır. Dolayısıyla “Allah arşa istiva etti.” sözü de kâinatın yönetiminin Allah’ın elinde olduğunu ifade eder (Yunus 10/3, Ra’d 13/2, Tâhâ 20/5, Furkan 25/59, Secde 32/4, Hadid 57/4).
[3*] Rad 13/2, İbrahim 14/33, Nahl 16/12, Ankebut 29/61, Lokman 31/29, Fatır 35/13, Yasin 36/37-40, Zümer 39/5, Leyl 92/1-2.
[4*] Yunus 10/3, 31, Hud 11/123, Rad 13/31, Yasin 36/82.
[1*] A’raf 7/56, Secde 32/16.
[2*] Maide 5/87.
[1*] A’raf 7/85.
[2*] A’raf 7/55.
[1*] Furkan 25/48-49, Neml 27/63, Rum 30/46.
[2*] Rum 30/19, Fatır 35/9, Fussilet 41/39, Zuhruf 43/11, Kaf 50/9-11.
[1*] Nuh kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Yunus 10/71-73, Hud 11/25-48, Mu’minun 23/23-30, Şuara 26/105-122, Saffat 37/75-82, Kamer 54/9-16, Nuh 71/1-28.
[*] Hud 11/27.
[*] Şuara 26/107.
[*] Şuara 26/108-110.
[*] Yunus 10/73, Enbiya 21/77, Furkan 25/37, Şuara 26/120, Saffat 37/82.
[*] Hud kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Hud 11/51-60, Şuara 26/124-140, Fussilet 41/15-16, Ahkaf 46/21-25, Kamer 54/18-21, Zariyat 51/41-42, Hâkka 69/6-8, Fecr 89/6-8.
[*] A’raf 7/60.
[*] A’raf 7/61.
[*] Ahkaf 46/23.
[1*] A’raf 7/63.
[2*] Hud 11/52, Fussilet 41/15.
[*] Hud 11/53-54, Ahkaf 46/22.
[1*] İnsanların çoğu ellerinde hiçbir delil olmadığı halde Allah’tan başkasına kulluk ederler (En’am 6/81, Yusuf 12/40, Kehf 18/15, Hac 22/33, 71).
[2*] Hud 11/55.
[*] Hud 11/58, Şuara 26/139, Fussilet 41/16, Ahkaf 46/24-25, Kamer 54/18-20, Zariyat 51/41-42, Hakka 69/6-8.
[*] Salih Aleyhisselamın kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Hud 11/61-68, Hicr 15/80-84, Şuara 26/141-159, Neml 27/45-53, Fussilet 41/17-18, Zariyat 51/43-45, Kamer 54/23-31, Hakka 69/4-5, Şems 91/11-15.
[*] Kamer 54/23-25.
[1*] Hud 11/65, Şuara 26/157, Kamer 54/29, Şems 91/14.
[2*] Şuara 26/154.
[*] Hud 11/67-68, Hicr 15/83, Şuara 26/158, Neml 27/51-52, Fussilet 41/17, Kamer 54/31, Hakka 69/5, Şems 91/14.
[1*] Elçiler toplumlarının içinde iken Allah onlara azap etmez (Enfal 8/33).
[2*] Benzer sözleri, kavmi helak edilen Şuayb Aleyhisselam da söylemiştir (A’raf 7/93).
[1*] Lut Aleyhisselamın kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Hud 11/77-83, Hicr 15/61-77, Enbiya 21/74-75, Şuara 26/160-174, Neml 27/54-58, Ankebut 29/28-35, Saffat 37/133-138, Zariyat 51/31-37, Kamer 54/33-40.
[2*] Eşcinsellik diye meal verdiğimiz kelime, fuhuş anlamında olan el-fahişe (الْفَاحِشَةَ)’dir. Türkçede para karşılığı yapılan cinsel ilişkiye fuhuş dendiği için, yanlış anlamaya yol açmasın diye bu anlam verilmiştir. Kur’an’a göre, erkek erkeğe, kadın kadına ve nikahsız olarak kadınla erkek arasındaki ilişkilere fuhuş denir. Ayrıntılar için bkz. Nisa 4/15-16 ve dipnotları.
[*] Şuara 26/165-166, Neml 27/55, Ankebut 29/28.
[*] Şuara 26/167, Neml 27/56, Ankebut 29/29.
[*] “(Bedeninin) Kalıntısı kalanlardan” anlamı verdiğimiz kelime ğâbir (غابر)’dir (Lisan’ul-Arab). Bu kelime sadece, inanmadıkları için yanardağ patlaması sonucu lav külleri altında kalan Lut aleyhisselamın eşi ve diğerleri ile ilgili olarak bu ayetle birlikte tam yedi ayette geçer (Hicr 15/60, Şuara 26/171, Neml 27/57, Ankebut 29/32-33, Saffat 37/135 ). Kur’an’da yanardağ patlaması ile helak olduğu bildirilen diğer topluluk Ashab-ı Fil’dir. Orada ğabir kelimesi, “içi yenmiş bitki kabuğu gibi” sözü ile örneklendirilir (Fil 105/5). Demek ki yanardağ külleri altında kalan cesetlerin içi yok olur ama dışında bir şeyler kalır (Saffat 37/137-138).
[*] Hud 11/82-83, Şuara 26/172-173, Neml 27/58, Saffat 37/136, Zariyat 51/32-34, Kamer 54/38-39. Bu taşlar, Tevrat’ın Yaratılış 19:24 bölümünde gökten yağdırılan kükürt ve ateş olarak tarif edilmiştir. Bu maddeler çoğunlukla bir yanardağ patlaması sonucunda ortaya çıkmaktadır.
[*] Şuayb Aleyhisselamın kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Hud 11/84-95, Hicr 15/78-79, Şuara 26/176-191, Ankebut 29/36-37.
[*] A’raf 7/45.
[*] Hud 11/93.
[*] İbrahim 14/13, Kehf 18/20, Meryem 19/46.
[1*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz:
http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
[2*] Benzer bir duayı Musa Aleyhisselam da yapmıştır (Maide 5/25).
[*] A’raf 7/92.
[*] Hud 11/94, Şuara 26/189, Ankebut 29/37.
[*] Hud 11/95.
[*] Benzer sözleri, kavmi helak edilen Salih Aleyhisselam da söylemiştir (A’raf 7/79).
[*] En’am 6/42.
[*] Yunus 10/12, 21, Hud 11/9-11.
[*] Allah Teala, dine uygun yaşayan herkese dünyevi nimetler vaat etmiştir (Maide 5/66, Hud 11/52, Nuh 71/10-12, Cin 72/16-17).
[1*] Duha kelimesi, günün bir bölümüne karşılık kullanıldığında kuşluk vaktini (Taha 20/59), yani güneşin yükselmeye başladığı vakti; geceye karşılık kullanıldığında da gündüz vaktini ifade eden kelimelerle tercüme edilmiştir.
[2*] Yusuf 12/107.
[1*] Mülk 67/16-17.
[2*] Mearic 70/28.
[1*] Taha 20/128, Secde 32/26.
[2*] Bu durum, kişi tövbe edip kendini düzeltinceye kadar devam eder (Nisa 4/17-18, Furkan 25/68-71). Tövbe etmeyip kendini düzeltmezse cehenneme gider (Âl-i İmran 3/86-90).
[1*] Hud 11/100, Tâhâ 20/99.
[2*] Yunus 10/74.
[*] Hadid 57/26.
[*] Yunus 10/75, Hud 11/96-97, Mü’minun 23/45-46, Mü’min 40/23-24, Zuhruf 43/46.
[*] Şuara 26/16-17, Duhan 44/17-18.
[*] Tâhâ 20/47, Mü’minûn 23/45-48, Şuara 26/17.
[*] Şuara 26/30-31.
[*] Şuara 26/33. Bu mucize Tevrat’ın Mısır’dan Çıkış 4:6-7 pasajlarında da anlatılmaktadır. Elimizdeki Tevrat metinlerinde bu görüntünün hastalık sebebiyle olduğu yazılıyken, Kur’an’ın Taha 20/22, Neml 27/12 ayetleri bunun herhangi bir sorun sebebiyle olmadığını vurgulamaktadır.
[*] Şuara 26/34.
[*] Şuara 26/41.
[1*] Yunus 10/80, Şuara 26/43.
[2*] Tâhâ 20/66, Şuara 26/44.
[1*] “Uydurma” anlamı verilen kelime “ifk =إفك” kökündendir. İfk, yalan ve asılsız şeylerle birini bir şeyden çevirmektir. (el-Ayn). Sihirbazların kurdukları düzenekler ve aldatmacalar bu kelimeyle ifade edilmektedir.
[2*] Tâhâ 20/69, Şuara 26/44.
[*] Yunus 10/81-82.
[*] Tâhâ 20/71.
[*] Şuara 26/49.
[*] Bakara 2/49, A’raf 7/141, İbrahim 14/6, Kasas 28/4, Mü’min 40/25.
[*] Kasas 28/83.
[1*] Tevrat’ın Mısır’dan Çıkış 5:6 ve devamı pasajlarında, Musa ve Harun (a.s.) Mısır’a varıp Firavun’la konuştuktan sonra Firavun’un İsrailoğulları üzerindeki baskısını artırdığı ve onlara yüklediği işleri daha da ağırlaştırdığı anlatılmaktadır.
[2*] A’raf 7/137.
[3*] Yunus 10/13-14.
[*] A’raf 7/94, Zuhruf 43/48, Duhan 44/17.
[*] Nisa 4/78-79, Neml 27/47, Yasin 36/18-19, Şûrâ 42/30-31.
[*] İnanmayanların benzer tavırları için bkz: En’am 6/25, A’raf 7/146, Kamer 54/2.
[1*] Yarım kanatlılardan, sap, çiçek, yaprak ve başakları emerek veya yiyerek ekin hastalığına yol açan, vücudu kalkana benzeyen zararlı bir böcek. (TDK)
[2*] Kan afetinin ayrıntıları Tevrat’ın (Mısır’dan Çıkış 7:19-21) pasajlarında anlatılmaktadır.
[*] Zuhruf 43/49.
[*] Zuhruf 43/50.
[*] Bakara 2/50, Enfal 8/54, İsra 17/103, Tâhâ 20/78, Şuara 26/66, Zuhruf 43/54-55, Zariyat 51/40.
[1*] İsra 17/104.
[3*] Bu âyet, günümüze kadar ulaşan Mısır piramitlerinin ve birçok eserin, Musa (as) dönemindeki Firavun tarafından yapılmadığını gösterir.
[*] Allah’ın İsrailoğullarına yaptığı onca ikrama rağmen onlar yoldan çıktılar (Bakara 2/54-61, A’raf 7/129, Yunus 10/12-14, Tâhâ 20/85-97, Alak 96/6-7).
[*] İsra 17/81, Enbiya 21/18, Sebe 34/49.
[1*] En’am 6/164.
[2*] Duhan 44/32.
[*] A’raf 7/127, Bakara 2/49, İbrahim 14/6, Kasas 28/4, Mü’min 40/25.
[*] Musa aleyhisselam, Tûr’a otuz günlüğüne çağrılmış ama oraya erken gidince (Tâhâ 20/83) bu ayete göre Allah süreyi kırk gün kırk geceye çıkarmıştır (Bakara 2/51). Bu husus, Tevrat’ın Çıkış 24:18 pasajında anlatılmıştır.
[1*] Nisa 4/164.
[2*] Musa aleyhisselamın Allah’ı görme isteği ve bu isteğin gerçekleşmeyeceği bilgisi Tevrat’ın Mısırdan çıkış 33/19-20 pasajlarında da anlatılmaktadır.
[*] En’am 6/154, Kasas 28/43.
[1*] A’raf 7/132.
[2*] A’raf 7/136.
[*] Yunus 10/7-8, Kehf 18/105.
[*] Bakara 2/51, 92, Tâhâ 20/86-88.
[*] İblis’in vesvesesine inanıp yasak ağacın meyvesinden yiyen Âdem Aleyhisselam ve eşi de benzer şekilde Allah’tan af dilemişlerdir (A’raf 7/23).
[1*] Allah Musa’ya, halkının yoldan çıktığını daha önce söylemişti. Bkz. Tâhâ 20/83 vd.
[2*] Tâhâ 20/86.
[3*] Bu olay Tevrat’ta şu şekilde anlatılmaktadır: “Musa ordugaha yaklaşınca, buzağıyı ve oynayan insanları gördü; çok öfkelendi. Elindeki taş levhaları fırlatıp dağın eteğinde parçaladı.” (Tevrat /Mısır’dan Çıkış 32:19).
[4*] Tâhâ 20/92-94.
[*] Musa aleyhisselamın suçu, levhaları atması ve işin esasını öğrenmeden halkın sapmasından Harun aleyhisselamı sorumlu tutmasıdır. Harun’un suçu da Musa’nın yokluğunda toplumunu iyi yönetememiş olmasıdır. Musa Aleyhisselamın benzer bir duası için bkz: Maide 5/25.
[1*] A’raf 7/148.
[2*] Boğayı yapan Sâmiri ve taraftarları, boğanın Musa’nın (as) ilahı olduğunu ama Musa’nın onu unuttuğunu iddia ederek ona iftira atmışlardır (Tâhâ 20/88). Musa (as) Allah’ın elçisi olduğu için bu, Allah’a da atılan bir iftira olur.
[3*] Tâhâ 20/97.
[*] A’raf 7/145.
[1*] Ayette geçen yetmiş kişiden Tevrat’ın Mısır’dan Çıkış 24:1 pasajında bahsedilir. Bunların İsrailoğullarının ileri gelen kişileri olduğu da Çölde Sayım 16:25 pasajından anlaşılır. Musa ve Harun’un (a.s.) ayetteki yakarışları, Tevrat’ın Çölde Sayım 16:20-22 pasajlarında da anlatılır.
[2*] Fitne için bkz. A’raf 7/27. ayetin dipnotu.
[1*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz Araf 7/89. ayetin dipnotu.
[2*] Bakara 2/3- 5, 177.
[1*] Arapçada anasından doğduğu gibi kalıp okuma yazma bilmeyen kişiye ümmi denir (Lisan’ul-Arab). Müfessirler buna dayanarak Muhammed aleyhisselamın okuma yazma bilmediğini söylerler. Oysa Mekkeli müşrikler, Kur’an’ın Muhammed aleyhisselama birileri tarafından yazdırıldığını iddia ediyorlardı (Furkan 25/5). Eğer okuma yazma bilmeseydi onu yakından tanıyan Mekkeliler, böyle bir iddiada bulunamazdı. Kur’an’da ümmî kelimesi üç farklı anlamda kullanılmıştır. Birincisi “kendilerine ilahi kitap verilmemiş olan" (Âl-i İmran 3/20), ikincisi “kendilerine verilen ilahi kitabın içeriğini bilmeyen” (Bakara 2/78), üçüncüsü de -Mekke’nin ümmü'l kurâ (şehirlerin anası) olarak adlandırılmasından dolayı- “Mekkeli olan”dır (Âl-i İmran 3/75, Cum’a 62/2). Nebimiz daha önce ilahî kitap bilgisine sahip değildi (Ankebut 29/47-48, Şûrâ 42/52-53) ama Kur’an’da ona, ümmî denmesinin nedeni bu değildir. Son nebinin İsmail aleyhisselamın soyundan geleceği ve Mekke’den çıkacağı Tevrat ve İncil’de yazılı olduğundan (Tevrat /Tesniye 18:18,19, Mezmurlar 84:6, 118:22-26; İncil /Matta 21:42-44) Kur’an’da ona ümmî denmesinin nedeni, Mekkeli olmasıdır (A’raf 7/158).
[2*] Tevrat’taki ifade şöyledir: “Onlara kardeşleri (İsmailoğulları) arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adımla konuşan bu peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım.” (Tesniye 18:18,19). İncil’de de şu ifadeler yer alır: “Şimdi ise beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki içinizden hiçbiri bana, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sormuyor. Ama bunları söylediğim için yüreğiniz kederle doldu. Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem Paraklit size gelmez.” (Yuhanna 16:5-7). “Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki o, yani Gerçeğin Ruhu (Paraklit) gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alıp size bildirecek. Baba’nın nesi varsa benimdir. ‘Benim olandan alıp size bildirecek’ dememin nedeni budur.” (Yuhanna 16:12-15).
[3*] Fıkıh geleneğinde bu ayete dayanılarak Muhammed aleyhisselâma haram koyma yetkisinin verildiği ve onun bu yetkiyle Kur’an’da bulunmayan bazı haramlar koyduğu kabul edilir. Hâlbuki Allah’ın elçisinin iyiliği emredip kötülüğü yasaklaması, tayyibâtı (iyi ve temiz şeyleri) helal, habâisi (kötü ve pis şeyleri) haram kılması, insanların üzerlerindeki ‘ısr’ı yani yeni gelecek resûle inanmak gibi ağır bir yükü kaldırıp zincirleri kırması, esasında Kur’an’da var olanı bildirmesidir. Bu fiillerin Resûlullâh’a izafe edilmesi, onun resûl /elçi olması sebebiyledir. Allah’ın elçileri, Allah’ın kitabındaki emir ve yasakları, hiçbir ilave veya eksiltme yapmaksızın olduğu gibi tebliğ ederler. Pek çok ayette Allah’ın, tayyibâtı helal, habâisi haram kıldığı bildirildiğine göre (Bakara 2/168; Mâide 5/88; Nahl 16/114-115) aynı fiillerin Resûlullâh’a nispet edilmiş olması, onun, yalnızca kitapta yani Kur’an’da bulunan hükümleri tebliğ etmesi anlamına gelir, ona kendiliğinden hüküm koyma yetkisi vermez. Bu sebeple Nebîmiz, Allah’ın helal kıldığı bir şeyi kendisine haram kıldığı için uyarılmıştı (Tahrîm 66/1). Bu, onun “nebî” vasfıyla yaptığı kişisel bir tercihi idi. Eğer bir şeyi haram kılma yetkisi olsaydı böyle bir uyarı yapılmazdı.
[4*] Bu, önceki ümmetlere yüklenen, gelecek nebiye inanma ve ona destek olma sorumluluğudur. (Bkz. Bakara 2/286 ve dipnotu).
[5*] Yaptıkları hatalar yüzünden İsrailoğullarına ağır sorumluluklar yüklenmişti (Nisa 4/160-161, En’am 6/146). Tevrat’ta da bu durum benzer bir şekilde “zincir” kavramıyla mecazileştirilmiştir. “Alay etmeyin artık, yoksa zincirleriniz daha da kalınlaşır. Çünkü bütün ülkenin kesin bir yıkıma uğrayacağını Rab’den, Her Şeye Egemen Rab'den duydum.” (Yeşaya 28:22)
[1*] Sebe 34/28.
[*] Âl-i İmran 3/113, Maide 5/66, A’raf 7/181.
[1*] Bakara 2/60.
[2*] Tevrat’ta “men” ile ilgili şu ifadeler vardır: “Rab Musa’ya, “Size gökten ekmek yağdıracağım” dedi, “Halk her gün gidip günlük ekmeğini toplayacak. Böylece onları sınayacağım: Benim yasama göre yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı, göreceğim.” (Çıkış 16/4-5) “Akşam bıldırcınlar geldi, ordugahı sardı. Sabah ordugahın çevresini çiy kaplamıştı. Çiy eriyince, toprakta, çölün yüzeyinde kırağıya benzer ince pulcuklar göründü. Bunu görünce İsrailliler birbirlerine, “Bu da ne?” diye sordular. Çünkü ne olduğunu anlayamamışlardı. Musa, “Rabbin size yemek için verdiği ekmektir bu.” dedi” (Çıkış 16/13-15). İsrailoğulları, Allah’ın men ve selva ikramı için “Tek çeşit yemeğe katlanamayacağız” diye yakınmışlardı (Bakara 2/61). Buna göre men ve selvâ bir arada tek çeşit yemek sayılmaktadır. Bu da men’in ekmek gibi yenecek veya ekmek yapmaya yarayacak bir gıda maddesi olmasını gerektirir. Nitekim men ile ilgili şu bilgiler de mevcuttur: “Menin kırağı şeklinde küçük ve yuvarlak, kişniş tohumu gibi beyaz ve ak günnük görünüşünde olduğu, lezzetinin ballı yufkaya benzediği belirtilmektedir (Çıkış, 16/14, 31). Men hiçbir işleme tâbi tutulmaksızın tabii haliyle yenebildiği gibi ondan çeşitli yiyecekler de yapılıyordu. İsrâiloğulları men’i toplar, değirmende öğütür veya havanda döverek tencerede haşlar, pide yaparlardı ve bu taze yağ tadında olurdu (Sayılar, 11/8).” (DİA) (Bakara 2/57, Tâhâ 20/80).
[3*] Bakara 2/57.
[1*] Kendilerine verilen: “Oraya yerleşin” emrini, sanki “onlarlarla şavaşın” denilmiş gibi değiştirerek emre karşı çıkmış ve şöyle demişlerdi: “Ey Musa! Orada çok zorba bir halk var. Onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyeceğiz! Eğer onlar oradan çıkarlarsa biz o zaman gireriz.”(Maide 5/22) “Ey Musa! Onlar orada oldukları sürece biz asla oraya girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla ikiniz savaşın! Biz işte şurada oturup bekleyeceğiz.” (Maide 5/24).
[2*] Bakara 2/59, Maide 5/26.
[*] Bakara 2/65, Nisa 4/47, 154-155, Nahl 16/124. İş bırakma emriyle ilgili Tevrat’taki hüküm şöyledir: “Tanrın Rabb’in buyruğu uyarınca Şabat /iş bırakma gününü tut ve kutsal say. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın Rabb’e Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın hizmetçin, öküzün, eşeğin ya da herhangi bir hayvanın, aranızdaki yabancılar dahil, hiçbir iş yapmayacaksınız. Öyle ki, senin gibi erkek ve kadın hizmetçilerin de dinlensinler.” (Tesniye 5:12-14)
[1*] Çetin, ayetteki şedîd (شديد) sözcüğünün karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır (En'âm 6/160).
[2*] Bu ayet, her müminin çevresindeki olaylara karşı duyarlı olması ve yanlış yapanlara en azından öğüt vererek müdahale etmesi gerektiğinin delilidir.
[3*] Mürselat 77/5-6.
[*] Enbiya 21/9.
[*] Cumartesi yasağını çiğneyenler maymunlar gibi olmuşlardı. Bu, onlara has fiziksel bir dönüşüm değil, benzer davranışları gösteren herkese uygulanan bir dışlama biçimidir (Bakara 2/65, Nisâ 4/47, Maide 5/60). Ayette geçen hasiîn (خاسئين) kelimesi, cemi müzekker kalıbında olduğu için maymunların değil insanların sıfatı ve kâne (كان)’nin ikinci haberidir. Eğer maymunların sıfatı olsaydı, kelime hâsie (خاسئة) şeklinde olurdu.
[*] En’am 6/165.
[*] A’raf 7/94-95.
[1*] Fatır 35/32, Mü’min 40/53.
[1*] Nisa 4/162.
[*] Bakara 2/63, 93, Nisa 4/154. Bu olay, Yahudilerin sözlü Tevrat dedikleri Talmud’un Shabbat 88a bölümünde şu şekilde anlatılır: “O kutsal varlık Sina dağını büyük bir tekne gibi onların üstüne kaldırdı ve “Tevrat’ı kabul ederseniz iyi olur yoksa burası mezarınız olur” dedi.”
[1*] Âyetteki “Âdemoğulları” kelimesi, hem kadını hem de erkeği ifade eder. Zürriyet, alt soy anlamındadır. Onların bellerinden alınan zürriyet, alt soyu oluşturan üreme hücreleri anlamında mecaz olur. Bunlar, bel omurları ile leğen kemikleri arasından çıkan yumurta ve spermdir (Tarık 86/7). İnsanın yaratılışı, bu iki hücrenin, rahim tüplerinde birleşip yumurtanın döllenmesiyle başlar ve insanın kendine has özelliklerin belirlenmesi bu esnada olur (Âl-i İmran 3/6, Mürselat 77/20-23). Bu sebeple ayetteki, Âdemoğullarının zürriyetlerinin bellerinden alınması, kadının ve erkeğin büluğa erdikleri ilk anı ifade eden mecazi bir kullanımdır.
[*] Nitekim Allah’a ortak koşanlar dünyada hep bu sözü söylemişlerdir (Zuhruf 43/23).
[*] En’am 6/55.
[*] Âl-i İmran 3/86-90, 106, Zuhruf 43/36-37.
[1*] ٍİsra 17/18-21.
[2*] Köpek, vücut ısısını dengelemek için dilini çıkarıp solur. Dinden dönenin durumu da köpek gibidir. Nasıl ki köpek, üzerine varılsa da kendi haline bırakılsa da rahatlamak için dilini çıkarıyorsa, dinden dönen kişi de ister kendi haline bırakılsın ister üzerine gidilsin vicdanının verdiği huzursuzluktan kurtulmak için ayetler hakkında yalan söyler durur (Büruc 85/19).
[*] En’am 6/39.
[1*] Allah Teala cinleri ve insanları kendisine kulluk etsinler diye yarattığını söylediği halde (Zariyat 51/56) tefsir ve meallerin çoğunda bu ayete, “İnsanların ve cinlerin çoğunu cehennem için yarattık.” şeklinde anlam verilir. Zariyat 56’da haleka (خلق) fiili kullanıldığı halde bu ayette zerae (ذرأ) fiili kullanılmıştır. Zerae, yetiştirme anlamındadır (En’âm 6/136, Mü’minûn 23/79, Nuh 71/17).
[2*] “İlerisini görmek” diye tercüme ettiğimiz kelime “basiret”tir. Küçük ve büyük baş hayvanların da gözleri vardır ama basiretleri yoktur.
[3*] Sem’ /dinleme, basar /basiret ve kalp /gönül kabiliyetleri, insana ruhun üflenmesiyle birlikte oluşan üç kabiliyettir (Secde 32/9). Ayette bu kabiliyetlerin cinlerde de olduğunun bildirilmesi onlara da ruh üflendiğinin delilidir. Ruh, bilgisayarın işletim sistemine benzer. O sistem bilgisayara, yapımı tamamlandıktan sonra yüklenir. Ruh da vücuda, yapısının tamamlanmasından sonra yüklenir ve kişinin ikinci vücudu gibi olur. Kişi, o andan itibaren diğer canlılardan farklı hale gelir (Müminûn 23/12-14). Kalp, kişinin gönlü, ana kumanda merkezidir. Vücut, doğru bilgilere uyulmasını ister. Gönül ise menfaatleriyle doğrular arasında git-geller yaşar. Kararını menfaatlerine göre verirse kendini bazı doğrulara kapatır ve onları yok sayar. Bu da kişiyi, nankör ve kâfir yapar. Kâfir, Allah’ın ayetlerini görür, doğru olduklarına inanır ama menfaatlerine ters düştüğü için görmezden gelir. Bu sebeple kafirlik, bilinçli bir eylemdir (Âl-i İmran 3/106, Tevbe 9/66, Nahl 16/106, Neml 27/14, Ankebut 29/47, Lokman 31/32). Bu eylemi yapanlar, Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lanetini hak ederler. Tevbe etmezlerse dünyalarını da ahiretlerini de kaybederler (Âl-i İmran 3/86-91). Bazıları da ikili oynar. Kötü bir görünüm vermemek için, doğruları kabul ettiğini söyler. Menfaatlerine ters düşen ayetlerin anlamlarıyla oynayarak kâfirlerden de kötü duruma düşer. Bunlar, insanlara karşı ikiyüzlülük, Allah’a karşı münafıklık edenlerdir (Bakara 2/8-16, 75-79). Bütün bu bilgiler ışığında insan ve cin: “Duyu organlarıyla elde ettiği bilgileri gönlüne göre değerlendirip davranışlarını değiştirebilen canlı” şeklinde tarif edilebilir. Bu özellikler onları, Allah’a karşı sorumlu hale getirmiştir (En’am 6/128-132, Zümer 39/42, Ahkaf 46/18-19, 29-32, Cin 72/14-15).
[5*] En’am 6/143-144.
[6*] Bakara 2/171, Maide 5/60, A'raf 7/163-167, Tin 95/5.
[1*] “Özellik” diye meal verdiğimiz kelime “isim”dir. Çünkü Arapçada isim, bir şeyi tanımlayan, neye yaradığını gösteren ve akılda tutmaya yarayan sözdür (Müfredat). (Bakara 2/31).
[2*] İsra 17/110-111, Tâhâ 20/8, Haşr 59/22-24.
[*] A’raf 7/159.
[*] Kalem 68/44.
[1*] Her nebiye, cinlerin etkisinde kaldığı, aklını kaybettiği şeklinde suçlamalar yöneltilmiştir (Hud 11/87, Hicr 15/6, Şuara 26/27). Muhammed aleyhisselama da yöneltilen bu suçlamalar ayetlerle çürütülmüştür (Mü’minun 23/70, Sebe 34/46, Tur 52/29, Kalem 68/2, Tekvir 81/22). Nebiler vahiy alırken yanlarına şeytanların yaklaştırılmadığı ve meleklerle korundukları (Cin 72/26-28), bunun dışında şeytanların onlara vesvese vermeye çalıştıkları ama Allah’ın o vesveseyi giderdiği bildirilmektedir (Hac 22/52).
[2*] Hac 22/49, Mülk 67/26.
[1*] Enbiya 21/1.
[2*] Casiye 45/6, Mürselat 77/50.
[1*] Onlar yola gelmeden Allah onları yola gelmiş saymaz (A’raf 7/178, Kasas 28/56).
[2*] En’am 6/110.
[1*] O gün gökler ve yer ilk hallerine dönmüş olacak (İbrahim 14/48, Enbiya 21/104, Nebe 78/28-30, İnfitar 82/1-3).
[2*] Nahl 16/77, Kamer 54/50.
[3*] Lokman 31/34, Ahzab 33/63, Fussilet 41/47, Şura 42/17, Zuhruf 43/85, Naziat 79/42-44.
[4*] Bazıları kıyamet alametlerini beklerler, halbuki onun bütün alametleri ortaya çıkmıştır (Muhammed 47/18).
[1*] Yunus 10/49, Cin 72/21.
[2*] En’am 6/50.
[3*] Ahkaf 46/9.
[1*] Allah, insanlığın atası olan Adem ve eşini nefsi vahideden /tek bir özden yaratmıştır (En’âm 6/98, Nisa 4/1, Zümer 39/6). İnsanın ahirette yeniden yaratılışı da ilk yaratılış gibi olacaktır (A’raf 7/29, Lokman 31/28). Tek bir özden yaratılan ilk insanın nutfesi, çamurdan süzülerek oluşturulan çoklu bir karışımdır (Mü'minûn 23/12, İnsan 76/2) Bu nutfe, insan soyunda meni ile ölçülendirilen mai mehinden süzülen bir nufte yani anne ile babadan gelen üreme hücrelerinin (mai mehin /yumurta ve mai dafık /sperm) birleşmesiyle oluşan döllenmiş yumurtadır (Mü’ninûn 23/13, Secde 32/7-8, Necm 53/46, Kıyamet 75/37, Mürselat 77/20-21). Adem ile Havva’nın nutfesi ile onların soyunun nutfesi içerik olarak aynı olmakla birlikte oluşumları farklıdır.
[2*] Eş anlamına gelen zevc kelimesi Kur’an’da hem erkek hem de kadın için kullanılır. Zevc kelimesinin dişili olan zevce fasih arapçada yoktur. (Nahl 16/72, Rum 30/21, Şûrâ 42/11). İkisi de nefs-i vahideden yani tek bir özden yaratılmıştır. (Nisa 4/1, İnsan 76/1-2).
[3*] Ayette geçen nefs-i vahide bir sıfat tamlamasıdır. Nefs kelimesi lafzen müennes olduğu için sıfatı olan vahide kelimesi de müennes gelmiştir. Adem’in eşinin de o nefs-i vahideden oluşturulduğunu ifade için müennes olan minha (منها) “ondan” zamiri kullanılmıştır. Sonra Allah Adem ile Havva’yı birbirine eş yapmış ve insan soyu, onlarla başlamıştır (Bakara 2/35, A’raf 7/19).
[*] Evlatlarının iyi olmasını Allah’a değil, ortak koştuklarına bağlamaya başlarlar (Nahl 16/73, Rum 30/33-34, Zümer 39/8).
[*] Nahl 16/20-21, Hac 22/73, Furkan 25/3, Fatır 35/40, Ahkaf 46/4.
[*] A’raf 7/198.
[1*] A’raf 7/192.
[2*] Zamanında Nuh Aleyhisselam (Yunus 10/71) ve Hud Aleyhisselam da kavimlerine benzer şekilde meydan okumuşlardı (Hud 11/54-57).
[*] Bakara 2/257, En’am 6/127, Yusuf 12/101, Casiye 45/19, Muhammed 47/11.
[*] A’raf 7/192.
[*] A’raf 7/193.
[1*] Örf ve ma’ruf, güzelliği akıl ve din yoluyla bilinen şeydir. Zıttı ‘münker’dir (Müfredat). Her toplumda oluşmuş maruflar vardır. Kur’an’a aykırı olmadığı müddetçe, onlara uyulur.
[2*] En’am 6/106, Hicr 15/94.
[1*] Şeytan, insandan da cinden de olur (En'am 6/112, Nas 114/1-6). Şeytanın kişiye dokunması, insana vesvese vermesidir.
[2*] Allah yanlışlardan sakınma gayretinde olan mümin kullarına doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği vereceğini müjdelemiştir (Enfal 8/29).
[*] Meryem 19/83, Şuara 26/221-223, Zuhruf 43/36-39.
[1*] Nahl 16/103
[*] Namaz Allah'ı zikir için kılınır (Tâhâ 20/14). Kur’an’ın bir ismi de zikirdir (Hicr 15/9). Bu yüzden namazda Kur’an okunur. Cemaatle kılınan namazda imamın Kur’an’ı sesli okuduğu rekatlarda, onu duyan cemaatin Kur’an’ı dinlemesi gerekir. İmam sessiz okuyor veya sesli okuduğu halde sesi duyulmuyorsa, imama uyan kişi, Fatiha ve zamm-ı sureyi kendi duyacağı bir sesle okur.
[1*] “Öğle öncesi ve sonrası” diye tercüme edilen “el-ğuduvv (الْغُدُوِّ)” ve “el-âsâl (الْآَصَالِ)” kelimeleri, güneş ışıkları ile oluşan gölgelerin uzayıp kısaldığı gündüz vakitleridir (Ra’d 13/15, Furkan 25/45-46). “El-ğuduvv (الْغُدُوِّ)” güneşin doğuşundan öğle namazına kadar olan vakit anlamında olduğundan (Lisan’ul-arab) “el-âsâl (الْآَصَالِ)” da öğlenden akşam namazına kadar devam eden vakit olur. Ayrıca “el-âsâl” kelimesinin tekili olan “asîl (أَصِيلً)” Kur’an’da “bükraten (بُكْرَةً)” kelimesinin zıddı olarak geçer (Furkân 25/5, Ahzâb 33/42, Fetih 48/9, İnsân 76/25). “Bükraten (بُكْرَةً)” kelimesi de “el-ğuduvv (الْغُدُوِّ) gibi güneş ışıklarının yayılmaya başlamasından öğlene kadar olan vakti ifade eder. Âyet, bu vakitlerde yüksek olmayan bir sesle Rabbimizi zikretmemizi emrediyor. Namaz, Allah'ı zikir için kılındığından (Nisa 4/103, Taha 20/14, Ankebut 29/45) ister farz isterse nafile olsun, gündüz kılınan namazlarda kıraatin yüksek sesle olmaması gerekir. Ancak gündüzün kılınan Cuma ve bayram namazları bunların dışındadır. Çünkü cuma namazı için ezan okunduğunda Allah’ın zikrine koşmamız emredilmektedir. Allah’ın zikri, Kur’an’a uygun olarak okunan hutbeyi içerdiği gibi namazda okunan ayetleri de içerir. Bu sebeple koşma emri, namazdaki ayetlerin yüksek sesle okunmasını gerektirir. Bayram namazları için de toplu tekbir emri verilmiştir (Bakara 2/185, Hac 22/37). Toplu tekbir ancak sesli olarak yapılabilir. Tekbirin sesli olması namazda okunan ayetlerin de sesli okunmasını gerektirir. Bu ayet aynı zamanda, gecenin başından sonuna kadar kılınan namazlarda sesin yükseltilebileceğinin de delilidir.
[2*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât ذكر md.). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder. (Ra’d 13/28) Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/286).
[*] Nisa 4/172-173, Nahl 16/49, Enbiya 21/19-20, Fussilet 41/37-38.