KEHF

TEFSİR
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla...[*]

[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.


(Kehf 18/1)
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًاۜ
Her şeyi mükemmel yapmak[1*], kuluna bu kitabı indiren ve bu kitapta bir eğrilik[2*] oluşturmayan Allah’a özgüdür.

[1*] “Hamd”, birini kendi yaptığı şeyden dolayı övmektir. “Güzel yemek yapar, arkadaşlığı iyidir.” gibi sözler buna girer. “Şükür” ise kendine iyilik yapanı övmek veya yapılan iyiliğe iyilikle karşılık vermektir. Yaptığı her şeyi güzel yapan sadece Allah’tır. Allah’ın yaptığı ile insanların yaptığı arasındaki farkı göstermek için “güzel” yerine “mükemmel” kelimesini kullandık.

[2*] Eğrilik anlamı verdiğimiz İvec (عوج), çok dikkat edilmedikçe anlaşılamayacak olan eğriliktir (Müfredat). Doğruya çok yakın görünecek şekilde anlamda yapılan çarpıtmalar, böyle eğriliklerdir. Kur’an’da herhangi bir ivec yoktur (Zümer 39/28); ancak insanlar Kur’an’a uymak yerine Kur’an’ı kendilerine uydurmak için anlamı çarpıtabilir yani ivec yapabilirler.


(Kehf 18/2)
قَيِّمًا لِيُنْذِرَ بَأْسًا شَد۪يدًا مِنْ لَدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا حَسَنًاۙ
Kuluna bunu dosdoğru bir kitap olarak indirmiştir ki kendi katından gelecek çetin[*] bir baskıya karşı uyarıda bulunsun ve iyi işler yapan müminler için de güzel bir ödül (cennet) olduğunu müjdelesin.

[*] Çetin, ayetteki (شديد) şedîd’in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır (En'âm 6/160).


(Kehf 18/3)
مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَدًاۙ
Onlar orada sonsuza kadar kalacaklardır.


(Kehf 18/4)
وَيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًاۗ
(Bu kitabı) bir de “Allah çocuk edindi.” diyenleri[*] uyarsın diye indirmiştir.

[*] Bakara 2/116, Tevbe 9/30, Enbiya 21/26Meryem 19/88

 


(Kehf 18/5)
مَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِاٰبَٓائِهِمْۜ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۜ اِنْ يَقُولُونَ اِلَّا كَذِبًا
Çocuk edindiğine dair onların da atalarının da elinde bir bilgi yoktur. Ne büyük laflar ediyorlar! Onlar sadece yalan söylüyorlar.


(Kehf 18/6)
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفًا
Bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini yiyip bitireceksin[*].

[*] Şuara 26/3, Fatır 35/8.


(Kehf 18/7)
اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا
Kim daha güzel iş yapacak diye insanları yıpratıcı bir imtihandan geçirmek için, biz yerin üstünde olanları onun süsü yaptık.


(Kehf 18/8)
وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَع۪يدًا جُرُزًاۜ
(Gün gelecek) Yerin üstünde olanları mutlaka kupkuru bir yüzeye çevireceğiz[*].

[*] İbrahim 14/48, Taha 20/105-107, Rahman 55/26-27.


(Kehf 18/9)
اَمْ حَسِبْتَ اَنَّ اَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّق۪يمِ كَانُوا مِنْ اٰيَاتِنَا عَجَبًا
Yoksa sen kudret ve hikmetimizin göstergelerinden (sadece) Ashab-ı Kehf’in (mağara arkadaşlarının) yani Ashab-ı Rakîm’in[*] mi şaşırtıcı olduğunu sandın!

[*] Rakîm, kelimesi Türkçede kullandığımız rakam kelimesinin de türetildiği rakm (رقم) kökündendir. Kur’an’da bu kökten iki kez geçen merkum kelimesi de “hiçbir eksiği olmayan, rakamsal bir kesinlikte olan” anlamıyla, iyilerin ve kötülerin kayıtlarının tutulduğu defterleri nitelemektedir (Mutaffifin 83/9,20). Bu ayette de kelimenin rakamlarla ilişkisi olmalıdır. Çünkü, sonraki ayetlerde Ashabı Kehf ile ilgili olarak, kaç kişi oldukları ve kaç yıl uyudukları gibi rakamsal konularda tartışmalar olduğu belirtilmektedir. Bu özelliklerinden dolayı Ashabı rakim şeklinde isimlendirilmiş olmaları makul görünmektedir.


(Kehf 18/10)
اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا
Bir gün birkaç genç mağaraya sığınmış, şöyle demişlerdi: "Rabbimiz, bize kendi katından bir ikramda bulun ve bu işimizde başarıya ulaşmamızın şartlarını oluştur!”


(Kehf 18/11)
فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِن۪ينَ عَدَدًاۙ
Mağarada kulaklarını nice yıllar tıkalı tuttuk /derin bir uykuya daldırdık.


(Kehf 18/12)
ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ اَيُّ الْحِزْبَيْنِ اَحْصٰى لِمَا لَبِثُٓوا اَمَدًا۟
Sonra onları uyandırdık ki kaldıkları süreyi, iki taraftan[*] hangisinin doğru tespit ettiğini bilelim.

[*] İki taraf, mağaradaki gençlerin kendi aralarında iki farklı görüşte olduklarını gösterir (Kehf 18/19).


(Kehf 18/13)
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّۜ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًىۗ
Sana onların haberini tüm ayrıntısıyla doğru bir şekilde anlatıyoruz. Onlar, Rablerine inanıp güvenmiş birkaç gençti. Biz de onların hidayetini artırmıştık.


(Kehf 18/14)
وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَٓا اِذًا شَطَطًا
Kalkıp (muhataplarına) şunları söyledikleri sırada kalplerine metanet vermiştik: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına asla ilah demeyiz. Eğer dersek, çok saçma bir şey söylemiş oluruz.


(Kehf 18/15)
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةًۜ لَوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِمْ بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍۜ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًاۜ
İşte onlar bizim halkımız! Allah’tan başka da ilahlar edinmişler. Onların ilah olduğunu gösteren sağlam bir delil getirmeleri gerekmez mi? Bir yalanı Allah’a mal edenden daha büyük yanlış yapan kişi kimdir!"


(Kehf 18/16)
وَاِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ اِلَّا اللّٰهَ فَأْوُ۫ٓا اِلَى الْكَهْفِ يَنْشُرْ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ رَحْمَتِه۪ وَيُهَيِّئْ لَكُمْ مِنْ اَمْرِكُمْ مِرْفَقًا
(Birbirlerine şöyle demişlerdi:) Madem ki siz onlardan ve Allah’ın dışında kulluk ettiklerinden ayrıldınız, o zaman mağaraya sığının! Rabbiniz size ikramından bol bol versin ve feraha kavuşmanızın şartlarını oluştursun.”


(Kehf 18/17)
وَتَرَى الشَّمْسَ اِذَا طَلَعَتْ تَزَاوَرُ عَنْ كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَاِذَا غَرَبَتْ تَقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ ف۪ي فَجْوَةٍ مِنْهُۜ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِۜ مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا۟
(Orada olsaydın) Güneş doğunca mağaralarının sağ tarafından kayıp gittiğini, battığı sırada da onları soldan yalayıp geçtiğini görürdün. Onlar ise mağaranın geniş bir yerindeydiler. İşte bu, Allah'ın ayetlerindendir. Allah’ın, doğru yolda olduğunu onayladığı kişi hidayete ermiş olur. Yoldan saptığını onayladığı kişiler için de yol gösterecek bir dost bulamazsın.


(Kehf 18/18)
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَذَاتَ الشِّمَالِۗ وَكَلْبُهُمْ بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَص۪يدِۜ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا
Onların uyanık olduklarını sanırdın; hâlbuki derin bir uykuya dalmışlardı. Onları bir sağlarına ve bir sollarına döndürüyorduk. Köpekleri ise ön ayaklarını mağaranın girişine doğru uzatmıştı. Onları o durumda görseydin arkanı dönüp kaçardın, için korkuyla dolardı.


(Kehf 18/19)
وَكَذٰلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَٓاءَلُوا بَيْنَهُمْۜ قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْۜ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالُوا رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُٓوا اَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هٰذِه۪ٓ اِلَى الْمَد۪ينَةِ فَلْيَنْظُرْ اَيُّهَٓا اَزْكٰى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ اَحَدًا
Birbirlerine sorsunlar diye onları uyumadan önceki halleriyle uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldık?" diye sordu. (Bir grubu) "Bir gün, belki de bir günden az kaldık" dediler. (Diğer grup) "Ne kadar kaldığımızı en iyi Rabbimiz bilir” dediler. “Birimizi şu gümüş para ile şehre gönderelim de baksın, kimin yemeği en güzelse bize ondan yiyecek şeyler getirsin. Dikkatli davransın; bizi kimseye sezdirmesin![*]”.

[*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki left  (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır; ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.


(Kehf 18/20)
اِنَّهُمْ اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُٓوا اِذًا اَبَدًا
Çünkü ellerine geçirseler bizi taşlayarak öldürür ya da kendi dini yaşama biçimlerine döndürürler de sonsuza kadar umduğumuza kavuşamayız[*]."

[*] Bu ayette de iltifat sanatı  kullanılmıştır.


(Kehf 18/21)
وَكَذٰلِكَ اَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُٓوا اَنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ وَاَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ ف۪يهَاۚ اِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ اَمْرَهُمْ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِمْ بُنْيَانًاۜ رَبُّهُمْ اَعْلَمُ بِهِمْۜ قَالَ الَّذ۪ينَ غَلَبُوا عَلٰٓى اَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِمْ مَسْجِدًا
Bu yolla[1*] insanları onların durumundan haberdar ettik ki Allah'ın vaadinin doğru olduğunu, tekrar dirilip kalkış saatinden şüphe edilemeyeceğini bilsinler. Bir gün insanlar onların durumunu tartışıyorlardı. Neticede: "Üzerlerine bir anıt yapın. Onları, (gerçekten kim olduklarını) en iyi Rableri bilir.” dediler. Sözleri dinlenenler de dediler ki "Kesinlikle üzerlerine bir mescit yapacağız[2*]".

[1*] Yüzyıllar önce kullanılan bir gümüş para ile şehre giden genç, alışveriş etmek istediği kişilerde şüphe uyandırmış ve onun kimliğinin sorgulanmasına neden olmuş olmalıdır. Gencin, kendisi ve arkadaşlarının durumu hakkında bilgi vermesi kaçınılmaz olmuş, bu şekilde Ashab-ı Kehf’in mağarada yüzyıllarca uyudukları ortaya çıkmıştır.

[2*] Bu gençler, Hıristiyan literatüründe “Efes’in Yedi Uyurları” olarak bilinir. Putperestlik eden toplumlarından uzaklaşarak bir mağaraya sığındıkları ve tam da yeniden dirilişi inkar eden bir Hristiyan mezhebin ortaya çıktığı sıralarda uyandıkları bilinir. Uyanma nedenlerine, sayılarına ve şehre inenlerinin ismine dair Hristiyanlar arasında farklı görüşler olsa da, içlerinden biri şehre inip yüzyıllar öncesinden kalmış parasıyla insanlarla karşılaştığında durumlarının ortaya çıktığı ve onların yeniden dirilişin delili kabul edildikleri konusunda herkes mutabıktır. Ölümlerinden sonra, onlar için mücevherli lahitler yapılması düşünülür; ama İmparatorun emriyle o dönemin mescidi olan bir kilise yapılmasına karar verilir (TDV İslam Ansiklopedisi, Ashâb-ı Kehf; Britannica, Seven-Sleepers-of-Ephesus).


(Kehf 18/22)
سَيَقُولُونَ ثَلٰثَةٌ رَابِعُهُمْ كَلْبُهُمْۚ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِۚ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْۜ قُلْ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِعِدَّتِهِمْ مَا يَعْلَمُهُمْ اِلَّا قَل۪يلٌ۠ فَلَا تُمَارِ ف۪يهِمْ اِلَّا مِرَٓاءً ظَاهِرًۖا وَلَا تَسْتَفْتِ ف۪يهِمْ مِنْهُمْ اَحَدًا۟
"Onlar üç kişiydiler, dördüncüsü köpekleri idi” diyeceklerdir. “Onlar beş kişiydi, altıncısı köpekleriydi” de derler. Bu, bilmeden atıp tutmaktır. "Yediydiler, sekizincisi köpekleridir" diyenler de vardır. De ki “Sayılarını en iyi Rabbim bilir. Pek az kişi dışında onları bilen de yoktur." Onlar hakkında, açıkça belli olan şey dışında kimseyle tartışma ve onların hiçbirinden bir görüş isteme.


(Kehf 18/23)
وَلَا تَقُولَنَّ لِشَا۬يْءٍ اِنّ۪ي فَاعِلٌ ذٰلِكَ غَدًاۙ
Hiçbir iş için asla "Ben yarın bunu yapacağım!" deme,


(Kehf 18/24)
اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۘ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَس۪يتَ وَقُلْ عَسٰٓى اَنْ يَهْدِيَنِ رَبّ۪ي لِاَقْرَبَ مِنْ هٰذَا رَشَدًا
"Allah gerekli desteği verirse[*]" dersen o başka. Unutursan Rabbini hatırla ve de ki: "Belki Rabbim beni yarından da yakın bir vakitte başarıya ulaştırır."

[*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz:

http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html

Burada yaratması beklenenler, ihtiyaç duyulan şeylerdir.


(Kehf 18/25)
وَلَبِثُوا ف۪ي كَهْفِهِمْ ثَلٰثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا
Onlar mağaralarında üç yüz sene kaldılar. Buna dokuz sene daha ilave ettiler.


(Kehf 18/26)
قُلِ اللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثُواۚ لَهُ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اَبْصِرْ بِه۪ وَاَسْمِعْۜ مَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَلِيٍّۘ وَلَا يُشْرِكُ ف۪ي حُكْمِه۪ٓ اَحَدًا
De ki: "Ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybını /gizlisini saklısını sadece o bilir. O ne güzel görür ve ne güzel dinler! Hiç kimsenin Allah ile arasına koyabileceği bir velisi/ yakını da yoktur. Allah hüküm koyma konusunda kimseyi kendine ortak etmez[*].

[*] Dinde hüküm koyma yetkisi tümüyle Allah’a aittir. Bu konuda Allah nebilerine dahi yetki vermemiştir (A’raf 7/32, Hud 11/1-2Yusuf 12/40, Nahl 16/116).


(Kehf 18/27)
وَاتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَۚ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ وَلَنْ تَجِدَ مِنْ دُونِه۪ مُلْتَحَدًا
Rabbinin sana vahyedilen Kitabını bağlantılarıyla birlikte oku[*]. O’nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur. O’ndan başka sığınılacak birini de bulamazsın.

[*] Tilavet sözcüğünün kökü olan t-l-v (تلو), "birden çok şeyin, aralarına kendi cinslerinden olmayan bir şey karışmayacak şekilde peş peşe sıralanması” anlamındadır (Müfredât). Buna göre tilavet, birbiriyle bağlantılı ayetleri birlikte okumaktır.


(Kehf 18/28)
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْۚ تُر۪يدُ ز۪ينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا
Rablerinin rızasını kazanmaya odaklanarak sabah akşam ona dua edenlerle birlikte olmaya gayret göster! Dünya hayatının süsüne kapılarak gözlerin onlardan başka tarafa kaymasın[*]. Kalbini zikrimize (Kur’an’a) karşı ilgisiz bulduğumuz, arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kişiye de boyun eğme.

[*] En’am 6/52.


(Kehf 18/29)
وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلظَّالِم۪ينَ نَارًاۙ اَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَاۜ وَاِنْ يَسْتَغ۪يثُوا يُغَاثُوا بِمَٓاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَۜ بِئْسَ الشَّرَابُۜ وَسَٓاءَتْ مُرْتَفَقًا
De ki: Bu gerçek /Kur’an Rabbinizdendir. Artık isteyen inansın, isteyen kâfirlik etsin[1*]. Kafir olma yanlışını yapanlar için alevleri kendilerini kuşatacak bir ateş hazırladık. (Susuzluktan) feryad ederlerse erimiş madene benzeyen ve yüzleri kavuran bir su ile imdatlarına yetişilir. Ne kötü içecektir o su; ne kötü bir dinlenme yeridir orası[2*]!

[1*] Nisa 4/174-175, Yunus 10/108, İnsan 76/3, Beled 90/10.

[2*] Hud 11/98.

 


(Kehf 18/30)
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ مَنْ اَحْسَنَ عَمَلًاۚ
İnanıp güvenen ve iyi işler yapanlara gelince, biz güzel işler yapanların ödülünü zayi etmeyiz.


(Kehf 18/31)
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ ف۪يهَا مِنْ اَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِنْ سُنْدُسٍ وَاِسْتَبْرَقٍ مُتَّكِـ۪ٔينَ ف۪يهَا عَلَى الْاَرَٓائِكِۜ نِعْمَ الثَّوَابُۜ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا۟
İşte Adn cennetleri onlar içindir. Alt taraflarından ırmaklar akacak, onlara altın bileklikler takılacak, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyecekler ve koltuklara kurulacaklardır. Ne güzel ödüldür o, ne güzel dinlenme yeridir orası[*]!

[*] Hac 22/23, Fatır 35/33, Duhan 44/51-53, İnsan 76/21.


(Kehf 18/32)
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا رَجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِاَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ اَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعًاۜ
Onlara şu iki adamı örnek ver: Birine, iki üzüm bağı vermiş, bağların etrafını hurma ağaçlarıyla çevirmiş, iki bağın arasında da ekin bitirmiştik.


(Kehf 18/33)
كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ اٰتَتْ اُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ شَيْـًٔاۙ وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَرًاۙ
Her iki bahçe, ürünlerini eksiksiz olarak vermişti. İçlerinden bir ırmak da çıkarıp akıtmıştık.


(Kehf 18/34)
وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌۚ فَقَالَ لِصَاحِبِه۪ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَنَا۬ اَكْثَرُ مِنْكَ مَالًا وَاَعَزُّ نَفَرًا
Adam ürün sahibi olmuş, bunun üzerine arkadaşıyla konuşurken şöyle demişti: "Benim malım seninkinden çok, adam yönünden de daha üstünüm."


(Kehf 18/35)
وَدَخَلَ جَنَّتَهُ وَهُوَ ظَالِمٌ لِنَفْسِه۪ۚ قَالَ مَٓا اَظُنُّ اَنْ تَب۪يدَ هٰذِه۪ٓ اَبَدًاۙ
Kendisini yanlış bir konuma koyarak bağına girmiş ve şöyle demişti: "Buranın hiçbir zaman yok olacağını düşünmüyorum!”


(Kehf 18/36)
وَمَٓا اَظُنُّ السَّاعَةَ قَٓائِمَةًۙ وَلَئِنْ رُدِدْتُ اِلٰى رَبّ۪ي لَاَجِدَنَّ خَيْرًا مِنْهَا مُنْقَلَبًا
O saat /mezardan kalkış saati diye bir şeyin olacağını da düşünmüyorum! Ama olur da Rabbimin huzuruna çıkarılırsam orada kesinlikle bundan daha iyisini bulurum."


(Kehf 18/37)
قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَكَفَرْتَ بِالَّذ۪ي خَلَقَكَ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ سَوّٰيكَ رَجُلًاۜ
Konuşurlarken arkadaşı ona şöyle demişti: "Seni topraktan, sonra döllenmiş yumurtadan yaratan ve sonra bir erkek haline getireni görmezlikten mi geliyorsun?


(Kehf 18/38)
لٰكِنَّا۬ هُوَ اللّٰهُ رَبّ۪ي وَلَٓا اُشْرِكُ بِرَبّ۪ٓي اَحَدًا
Ama ben (senin gibi değilim)! O Allah’tır; Benim Rabbimdir. Ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam[*].

[*] Sahip olduğu mal ve adamlarla övünen kişi, bunları onun hizmetine veren Allah’ı ikinci plana atıp kendisini ön plana çıkarmış, böylece nefsini/kendini Allah’a ortak koşmuş olur. Kehf 18/35-36 ayetlerde bu konuşmalar aktarılmıştır.


(Kehf 18/39)
وَلَوْلَٓا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَٓاءَ اللّٰهُۙ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِۚ اِنْ تَرَنِ اَنَا۬ اَقَلَّ مِنْكَ مَالًا وَوَلَدًاۚ
Bağına girdiğinde keşke: “Mâşallah[*]! Allah’ın verdiği dışında bir güç yoktur!” deseydin. Beni mal ve evlat yönünden kendinden aşağı görüyorsan,

[*] Şâe (شاء) için bkz. Kehf 18/24’ün dipnotu.


(Kehf 18/40)
فَعَسٰى رَبّ۪ٓي اَنْ يُؤْتِيَنِ خَيْرًا مِنْ جَنَّتِكَ وَيُرْسِلَ عَلَيْهَا حُسْبَانًا مِنَ السَّمَٓاءِ فَتُصْبِحَ صَع۪يدًا زَلَقًاۙ
(şunu bil ki) Rabbim bana senin bağından daha iyisini verebilir. Seninkine de gökten hesabını görecek bir afet gönderir de orası çıplak ve kaygan bir yüzeye döner.

 

 


(Kehf 18/41)
اَوْ يُصْبِحَ مَٓاؤُ۬هَا غَوْرًا فَلَنْ تَسْتَط۪يعَ لَهُ طَلَبًا
Ya da suyu çekilebilir, artık o suyu arasan da bulamazsın."


(Kehf 18/42)
وَاُح۪يطَ بِثَمَرِه۪ فَاَصْبَحَ يُقَلِّبُ كَفَّيْهِ عَلٰى مَٓا اَنْفَقَ ف۪يهَا وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَيَقُولُ يَا لَيْتَن۪ي لَمْ اُشْرِكْ بِرَبّ۪ٓي اَحَدًا
(Derken) Ürününü felaket sardı. Yaptığı harcamalara üzülerek ellerini ovuşturmaya başladı. Bağ, çardakları üzerine çökmüştü. "Ah, keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım![*]” diyordu.

[*] Bkz. Kehf 18/38. ayetin dipnotu.


(Kehf 18/43)
وَلَمْ تَكُنْ لَهُ فِئَةٌ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَمَا كَانَ مُنْتَصِرًاۜ
Onun, Allah’tan başka yardım edecek kimsesi olmadı. Kendi kendine de bir şey yapamadı.


(Kehf 18/44)
هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلّٰهِ الْحَقِّۜ هُوَ خَيْرٌ ثَوَابًا وَخَيْرٌ عُقْبًا۟
Böyle bir durumda koruyup kollamak, bütünüyle gerçek olan Allah'a mahsustur. En hayırlı karşılığı veren de işlerin sonunu hayırlı kılan da O’dur.


(Kehf 18/45)
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا كَمَٓاءٍ اَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَٓاءِ فَاخْتَلَطَ بِه۪ نَبَاتُ الْاَرْضِ فَاَصْبَحَ هَش۪يمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ مُقْتَدِرًا
Onlara dünya hayatını şöyle örneklendir: O hayat, gökten indirdiğimiz su gibidir. Yerin bitkileri o su sayesinde (yetişip) birbirine karışır. Daha sonra, rüzgârın savuracağı kuru ot parçalarına dönüşür. Allah, her şeye bir ölçü koyan ve uygulayandır[*].

[*] Yunus 10/24, Zümer 39/21, Hadid 57/20.


(Kehf 18/46)
اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ اَمَلًا
Mal ve evlat, dünya hayatının süsüdür. Kalıcılığı olan iyi işler ise Rabbinin katında hem karşılık bakımından daha iyidir hem de ümit bağlamaya daha layıktır[*].

[*] Al-i İmran 3/14-15, Sebe 34/37.


(Kehf 18/47)
وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْاَرْضَ بَارِزَةًۙ وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ اَحَدًاۚ
Bir gün dağları yürüteceğiz, yeri çıplak ve dümdüz bir halde göreceksin[1*]. Onları (insanları ve cinleri)[2*] bir araya toplayacağız. Birini bile bırakmayacağız.

[1*] Taha 20/105-107, Tur 52/10, Vakıa 56/5, Mearic 70/9, Müzzemmil 73/14, Mürselat 77/10, Karia 101/5.

[2*] En’am 6/130-131.


(Kehf 18/48)
وَعُرِضُوا عَلٰى رَبِّكَ صَفًّاۜ لَقَدْ جِئْتُمُونَا كَمَا خَلَقْنَاكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۘ بَلْ زَعَمْتُمْ اَلَّنْ نَجْعَلَ لَكُمْ مَوْعِدًا
Sıralar halinde Rabbinin huzuruna çıkarılırlar. (Onlara denir ki) "Karşımıza, ilk yarattığımız gibi geldiniz. Oysa sizin için buluşma yeri ve zamanı belirlemeyeceğimizi sanmıştınız."


(Kehf 18/49)
وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِم۪ينَ مُشْفِق۪ينَ مِمَّا ف۪يهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَا لِ ‌هٰذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغ۪يرَةً وَلَا كَب۪يرَةً اِلَّٓا اَحْصٰيهَاۚ وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًاۜ وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ اَحَدًا۟
Amel defterleri önlerine konur. Suçluları, defterlerinde olanlardan dolayı korkudan titrer halde görürsün. Derler ki "Vay halimize! Bu nasıl defter! Küçük büyük bırakmamış, hepsini sayıp dökmüş.” Yaptıkları her şeyi kayıtlı bulurlar. Senin Rabbin kimseye yanlış yapmaz.


(Kehf 18/50)
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ اَمْرِ رَبِّه۪ۜ اَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُٓ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُون۪ي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّۜ بِئْسَ لِلظَّالِم۪ينَ بَدَلًا
Bir gün Meleklere “Âdem’e secde edin /karşısında saygıyla eğilin![1*]” dedik; İblis hariç hemen saygıyla eğildiler. İblis de (melek olarak görevlendirilen) o cinlerdendi[2*] ama Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz, onu ve soyunu, benimle aranızda kendiniz için veliler mi ediniyorsunuz? Hâlbuki o size düşmandır. Yanlış yapanlar için ne kötü tercihtir bu!

[1*] Secdenin kök anlamı eğilmedir (Müfredat). Bu sebeple Güneş, Ay, gezegenler, dünya ve yıldızlar arasında oluşan eğimler /deklinasyon ve ona bağlı olarak gölgenin uzayıp kısalması, “secde” kelimesiyle ifade edilmiştir (Nahl 16/48, Ra’d 13/15). Bazı ayetlerde sadece itaat anlamında (Hac 22/18, İnşikak 84/21), bazılarında da itaat ile birlikte fiziki eğilme anlamında kullanılır (Bakara 2/34, 58, Nisa 4/154, A’raf 7/161, Yusuf 12/4 ve 100). Nitekim namazda, vücudumuz ayaklar, eller ve dizler üzerinde yere paralelken alnı yere koymak da Allah’a itaat ederek eğilme anlamındaki secdedir (Nisa 4/102-103).

[2*] İmtihana tabi sorumlu varlıklar insanlar ve cinlerdir (Zariyat 5156). İnsanlar duyu organları ile algılanabilirken, cinler algılanamazlar. Melek ise cinlerin Allah tarafından görevlendirilmiş olanlarına verilen isimdir. Dolayısıyla melekler de duyu organlarıyla algılanamayan, imtihana tabi sorumlu varlıklardır. Görevinden kovulan bir melek artık sıradan bir cin haline gelecektir. Halk arasında bu ayete dayanılarak İblis’in melek değil, cin olduğu bilgisi yaygındır. Oysa meleklere Adem Aleyhisselama secde etmeleri emrinin verildiğini bildiren ayetlerde “hepsi secde etti ama İblis etmedi” ifadeleriyle İblis bu melekler içerisinden istisna edilir (Bakara 2/34, A’râf 7/11, Hicr 15/31, İsrâ 17/61, Kehf 18/50, Taha 20/116, Sebe 34/20, Sâd 38/74). Bu durum İblis’in de meleklerden yani Allah katında görevli cinlerden olduğunu gösterir. Secde emrine karşı gelip kibirlendiği için Allah tarafından kovulması da görevinden azledildiğini ve artık sıradan bir cin olduğunu ifade eder (A’râf 7/13). Bu suçu diğer melekler de işlerse onlar da aynı şekilde görevlerinden alınırlar (Nisâ 4/172, 173). Ayette geçen “İblis cinlerdendi” ifadesi bu açıklamayı doğrular ve tüm meleklerin cinlerden olduğunu gösterir. Çünkü ayetin başında emir sadece meleklere verilmiştir. Cinler meleklerden farklı olsaydı Allah’ın meleklere secde emri İblis’i kapsamazdı.


(Kehf 18/51)
مَٓا اَشْهَدْتُهُمْ خَلْقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَا خَلْقَ اَنْفُسِهِمْۖ وَمَا كُنْتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلّ۪ينَ عَضُدًا
Onları, göklerin ve yerin yaratılışına da kendi yaratılışlarına da şahit tutmadım. (İblis gibi) yoldan saptıranları kendime yardımcı yapmam.


(Kehf 18/52)
وَيَوْمَ يَقُولُ نَادُوا شُرَكَٓاءِيَ الَّذ۪ينَ زَعَمْتُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَهُمْ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ مَوْبِقًا
Bir gün (Allah) onlara "İddia ettiğiniz ortaklarımı çağırın” diyecek. Onlar da onlara yalvaracaklar; ama yalvarılanlar, onlara karşılık vermeyecekler. Aralarına uçurumlar koymuş olacağız[*].

[*] Bakara 2/165-167, En’am 6/94, Yunus 10/28, Rûm 30/12-13.


(Kehf 18/53)
وَرَاَ الْمُجْرِمُونَ النَّارَ فَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ مُوَاقِعُوهَا وَلَمْ يَجِدُوا عَنْهَا مَصْرِفًا۟
O suçlular ateşi görürler ve içine düşeceklerini anlarlar ama oradan kaçacak yer bulamazlar.


(Kehf 18/54)
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ اَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا
Biz bu Kur'ân'da insanlar için her örneği, değişik biçimlerde verdik (ki öğüt alsınlar)[*]. Ama insan en çok cedelleşen/ tartışan varlıktır!

[*] Allah, bu surede de Ashab-ı Kehfi, bahçe sahibini, Musa aleyhisselam ile salih kulu, bir de Zülkarneyn’i örnek olarak vermiştir (İsrâ 17/89 Rûm 30/58, Zümer 39/27).


(Kehf 18/55)
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُٓوا اِذْ جَٓاءَهُمُ الْهُدٰى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ اَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا
İnsanları, kendilerine rehber geldiğinde inanıp güvenmekten ve Rablerinden istiğfar /bağışlanma[1*] dilemekten engelleyen sadece, öncekilere uygulanan sünnetin /yasanın kendilerine de uygulanmasını veya azabın gelip çatmasını beklemeleriydi[2*].

[1*] İstiğfar, “söz ve davranışla mağfiret talep etmek”tir. Mağfiret ise, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir.

[2*] İsrâ 17/94.


(Kehf 18/56)
وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ وَيُجَادِلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَمَٓا اُنْذِرُوا هُزُوًا
Biz elçileri sırf müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz[*]. Kafirlik edenler, uydurma şeylerle gerçekleri ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Onlar ayetlerimi ve kendilerine yapılan uyarıları hafife aldılar.

[*] En’âm 6/48.


(Kehf 18/57)
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ فَاَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُۜ اِنَّا جَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِنْ تَدْعُهُمْ اِلَى الْهُدٰى فَلَنْ يَهْتَدُٓوا اِذًا اَبَدًا
Rabbinin ayetleri kendisine anlatılan, arkasından onlardan yüz çeviren ve daha önce kendi yaptıklarını unutandan daha büyük yanlış yapan kişi kimdir? Kur’an’ı anlamasınlar diye (sanki[1*]) kalplerinin üzerinde kat kat örtüler, kulaklarında da tıkaç oluşturmuşuz. Onları doğru yola çağırsan asla yola gelecek değillerdir[2*].

[1*] Âyette kâfirlerin önyargıları, istiare-i temsiliyye (alegori) denen mecazi anlatımla canlandırılmıştır. İstiarede benzetme edatı gizlenir ama mecaz, gerçek sanıldığı için burada benzetme “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır.

[2*] En’âm 6/25, İsrâ 17/46.


(Kehf 18/58)
وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِۜ لَوْ يُؤَاخِذُهُمْ بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَۜ بَلْ لَهُمْ مَوْعِدٌ لَنْ يَجِدُوا مِنْ دُونِه۪ مَوْئِلًا
Senin Rabbin çokça bağışlayan ve ikramı bol olandır[1*]. Yaptıklarından dolayı onları hemen hesaba çekseydi, azaplarını anında verirdi[2*]. Ama onların cezalandırılacakları ve hiçbir kaçış yolu bulamayacakları bir gün vardır.

[1*] En’âm 6/12.

[2*] Nahl 16/61, Fâtır 35/45.


(Kehf 18/59)
وَتِلْكَ الْقُرٰٓى اَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِمْ مَوْعِدًا۟
İşte (halklarını helak ettiğimiz) kentler… Onları, yanlış yaptıklarında helak etmiştik. Helakleri için de bir zaman belirlemiştik[*].

[*] Helak edilenler, Âd, Semud gibi kavimlerdir (Hakka 69/4-8). Bunların tek istisnası Yunus’un (a.s.) kavmidir. Onlar azap gelmeden yanlışlarından dönmüş ve kurtulmuşlardır (Yunus 10/98).


(Kehf 18/60)
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُبًا
Bir gün Musa beraberindeki gence şöyle dedi: "İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar yoluma devam edeceğim veya uzun süre yürüyeceğim.”


(Kehf 18/61)
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا
İki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık bir yarıktan denize kayıp gitmişti.


(Kehf 18/62)
فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتٰيهُ اٰتِنَا غَدَٓاءَنَاۘ لَقَدْ لَق۪ينَا مِنْ سَفَرِنَا هٰذَا نَصَبًا
Orayı / iki denizin birleştiği yeri (fark etmeyerek) geçip gittiklerinde Musa beraberindeki gence dedi ki: "Öğle yemeğimizi getir! Bu yolculuğumuzdan dolayı yorgun düştük."


(Kehf 18/63)
قَالَ اَرَاَيْتَ اِذْ اَوَيْنَٓا اِلَى الصَّخْرَةِ فَاِنّ۪ي نَس۪يتُ الْحُوتَۘ وَمَٓا اَنْسَان۪يهُ اِلَّا الشَّيْطَانُ اَنْ اَذْكُرَهُۚ وَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِۗ عَجَبًا
Genç dedi ki: "Bak şu işe; o kayada dinlendiğimizde balığı unuttum. Bunu söylememi unutturan şeytandan başkası değildir. Balık şaşırtıcı bir şekilde denize doğru kayıp gitmişti."


(Kehf 18/64)
قَالَ ذٰلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِۗ فَارْتَدَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمَا قَصَصًاۙ
Musa: "İşte aradığımız bu!" dedi. Hemen kendi izlerini takip ederek geri döndüler.


(Kehf 18/65)
فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَٓا اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا
Sonra kullarımızdan bir kulu buldular. Ona katımızdan bir ikramda bulunmuş, tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.


(Kehf 18/66)
قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا
Musa ona dedi ki: “Sana öğretilenlerden, beni olgunlaştıracak bir şeyi öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"


(Kehf 18/67)
قَالَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا
O da, "Sen benim yanımda olmaya sabredemezsin” dedi.


(Kehf 18/68)
وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلٰى مَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ خُبْرًا
“İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin ki!"


(Kehf 18/69)
قَالَ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ صَابِرًا وَلَٓا اَعْص۪ي لَكَ اَمْرًا
Musa dedi ki: "İnşaallah sabırlı olduğumu göreceksin, sana hiçbir konuda karşı gelmeyeceğim.”


(Kehf 18/70)
قَالَ فَاِنِ اتَّبَعْتَن۪ي فَلَا تَسْـَٔلْن۪ي عَنْ شَيْءٍ حَتّٰٓى اُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا۟
O da: "Eğer bana tabi olacaksan, ben sana bir konu hakkında bilgi verinceye kadar bana onu sorma!" dedi.


(Kehf 18/71)
فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا رَكِبَا فِي السَّف۪ينَةِ خَرَقَهَاۜ قَالَ اَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ اَهْلَهَاۚ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا اِمْرًا
Bunun üzerine ikisi yola koyuldu[*]. Sonra gemiye bindiklerinde gemide delik açtı. Musa dedi ki "İçindekileri boğmak için mi delik açtın? Gerçekten korkunç bir şey yaptın!"

[*] Burada fiilin tesniye (ikil formda) olması, Musa ile yola çıkan gencin bu olaylar sırasında onların yanında olmadığını gösterir.


(Kehf 18/72)
قَالَ اَلَمْ اَقُلْ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا
O da "Sen benim yanımda olmaya sabredemezsin dememiş miydim!” dedi.


(Kehf 18/73)
قَالَ لَا تُؤَاخِذْن۪ي بِمَا نَس۪يتُ وَلَا تُرْهِقْن۪ي مِنْ اَمْر۪ي عُسْرًا
Musa dedi ki "Unuttuğum için beni sorumlu tutma; bu işte beni zora sokma."


(Kehf 18/74)
فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍۜ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا نُكْرًا
Sonra yola koyuldular. Bir erkek çocuğuyla karşılaştıklarında hemen onu öldürdü. Musa dedi ki "Sen bir cana karşılık olmadan masum bir cana mı kıydın! Gerçekten kötü bir şey yaptın!"


(Kehf 18/75)
قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا
O da "Sana, benim yanımda olmaya sabredemezsin dememiş miydim!” dedi.


(Kehf 18/76)
قَالَ اِنْ سَاَلْتُكَ عَنْ شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْن۪يۚ قَدْ بَلَغْتَ مِنْ لَدُنّ۪ي عُذْرًا
Musa dedi ki "Bir daha sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme; artık senden özür dileme hakkım bitti."


(Kehf 18/77)
فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَيَٓا اَهْلَ قَرْيَةٍۨ اسْتَطْعَمَٓا اَهْلَهَا فَاَبَوْا اَنْ يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا ف۪يهَا جِدَارًا يُر۪يدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُۜ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَتَّخَذْتَ عَلَيْهِ اَجْرًا
Sonra tekrar yola koyuldular. Bir kentin halkına varıp yiyecek istediler. Onlar bunları misafir etmeye yanaşmadı. Orada yıkılmak üzere olan bir duvara rastladılar; hemen duvarı doğrultuverdi. Musa, "İsteseydin bu işe karşılık bir ücret alırdın." dedi.


(Kehf 18/78)
قَالَ هٰذَا فِرَاقُ بَيْن۪ي وَبَيْنِكَۚ سَاُنَبِّئُكَ بِتَأْو۪يلِ مَا لَمْ تَسْتَطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا
O da şöyle dedi: "İşte bu söz, benimle seni ayırır. Sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana anlatacağım.


(Kehf 18/79)
اَمَّا السَّف۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْبًا
O gemi, denizde çalışan, yapacak başka işleri olmayan kişilere[*] aitti. Onu hasarlı hale getirmek istedim; çünkü önlerinde her gemiye zorla el koyan bir kral vardı.

[*] “Yapacak başka işi olmayan” anlamı verdiğimiz kelime miskindir. Miskin kelimesinin kökü olan sekene fiili "hareketin arkasından durağanlaşma" anlamına gelmektedir. Gemi sahipleri ancak gemi ellerinden gittiğinde işsiz kalacakları için miskin kavramına girebilir. Dolayısıyla bu ayette geçen miskine mecaz denilebilecek bir anlam verilmesi, kelime henüz olay gerçekleşmeden önce kullanıldığı içindir. Çünkü Kur’anî bir terim olarak miskin; “geliri açlık sınırının altında, çaresiz durumda kalmış ve ihtiyaçlı olduğu her halinden belli olan kişi”dir. Geniş bilgi için bkz. Bakara 2/83’ün dipnotu.


(Kehf 18/80)
وَاَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ اَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَش۪ينَٓا اَنْ يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًاۚ
Erkek çocuğa gelince, anası babası mümin kimselerdi. Onları aşırı davranışlara ve kafirliğe sürüklemesinden korktuk[*].

[*] Çocuğun büluğa ermeden ölmesi, onun lehinedir. Çünkü büluğa ermeden ölen çocuklar Cennete giderler ve üst soylarından cennete gitmiş olanların yanlarına yerleştirilirler (Tur 52/21-24). Bu ayet, bir sonraki ayet ile birlikte düşünülünce o çocukta, annesini ve babasını isyana sürükleyecek boyutta bir gelişim problemi olduğu anlaşılır. Ayetteki “Korktuk” sözünü söyleyen bir melektir. Bunu kendi sözü olarak değil, Allah’ın sözü olarak söylediği için o söz Allah’a aittir. Bunu iki ayet sonraki ifadelerden kesin olarak anlıyoruz (Bkz. Kehf 18/82 ve dipnotu). Bu sözün Allah Tealaya ait olması sebebiyle bu ayet, herşeyin ezelden belirlendiği iddiasına dayanan geleneksel kader anlayışının yanlış olduğunun kesin delillerindendir.


(Kehf 18/81)
فَاَرَدْنَٓا اَنْ يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِنْهُ زَكٰوةً وَاَقْرَبَ رُحْمًا
İstedik ki Rableri onun yerine, gelişmeye daha elverişli ve merhametli olmaya daha yatkın bir çocuk versin.


(Kehf 18/82)
وَاَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَت۪يمَيْنِ فِي الْمَد۪ينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا وَكَانَ اَبُوهُمَا صَالِحًاۚ فَاَرَادَ رَبُّكَ اَنْ يَبْلُغَٓا اَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنْزَهُمَاۗ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۚ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ اَمْر۪يۜ ذٰلِكَ تَأْو۪يلُ مَا لَمْ تَسْطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًاۜ۟
Duvar ise şehirdeki iki yetim erkek çocuğundu. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki ergin hale[1*] gelsinler de hazinelerini kendileri çıkarsınlar. Bu, Rabbinin bir ikramıdır. Ben bunlardan hiç birini kendi isteğimle yapmadım[2*]. İşte sabır gösteremediğin işlerin iç yüzü[3*] bunlardır."

[1*] Nisa 4/6. ayette yetimlerin mallarının reşit olacakları zamana kadar korunması görevi, onların velilerine yüklenmiştir. Bu ayetteki yetim çocukların malları ise Allah tarafından, ergin olacakları zamana kadar koruma altına alınmaktadır. İki ayet birlikte okunduğunda Nisa Suresinde geçen nikah ve rüşd çağının bu ayette ergin olunan dönem olarak ifade edildiği görülmektedir. Buna göre ergin olma, ergenlikten farklı olarak malı idare edebilme kabiliyetinin de kazanıldığı rüşd çağına ulaşma olarak anlaşılır.

[2*] Kehf 18/65 ayetinden buraya kadar anlatılan ve kendisine Allah katından bir ilim öğretilen kulun (Kehf 18/65) Hızır olduğu sahîh hadislerde belirtilmiştir (Buhârî, İlim 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Muslim, Fedâil 170-174). Bu ayet, Hızır'ın bir insan değil, bir melek olduğunu göstermektedir. Çünkü o, yaptığı işleri kendi isteği ile değil, Allah'ın emri gereği yaptığını söylemiştir. Allah Teala bu gibi işler için melekleri görevlendirir (Meryem 19/64, Duhan 44/3-6).

[3*] Bazı şeyler kötü görünebilir ama aslında hayırlıdır (Bakara 2/216).


(Kehf 18/83)
وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنْ ذِي الْقَرْنَيْنِۜ قُلْ سَاَتْلُوا عَلَيْكُمْ مِنْهُ ذِكْرًاۜ
Sana Zülkarneyn’i soruyorlar. De ki: “Size ona dair bir bilgi aktaracağım”:


(Kehf 18/84)
اِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْاَرْضِ وَاٰتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًاۙ
(Allah dedi ki:) Ona yeryüzünde geniş imkanlar sağladık, her şeye ulaşmanın yolunu gösterdik[*].

[*] İltifat, bkz Kehf 18/19. ayetin dipnotu.


(Kehf 18/85)
فَاَتْبَعَ سَبَبًا
Sonra o yollardan birini takip etti.


(Kehf 18/86)
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْمًاۜ قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِمَّٓا اَنْ تُعَذِّبَ وَاِمَّٓا اَنْ تَتَّخِذَ ف۪يهِمْ حُسْنًا
ًGüneşin battığı /sürekli ufkun altında olduğu yere[1*] ulaşınca güneşi, balçıklı bir su kaynağında batıyorken buldu. Oranın yanında bir topluluk da buldu. “Ey Zülkarneyn!” dedik. “Onlara azap edebileceğin gibi güzel bir yol da izleyebilirsin[2*]."

[1*] Güneş’in battığı yer, görünmediği yerdir. Dünya yuvarlak olduğu için gözlemcinin olduğu yere göre Güneş’in batmadığı bir nokta yoktur. Böyle bir nokta olmadığı için oraya gitmek diye bir şey olamaz. Zülkarneyn’in gittiği yere “Güneş’in battığı yer” dendiğine göre bu söz, “Güneş’in gün boyu ufkun altında olduğu yer” dışında bir anlam ifade edemez. Böyle bir yer, ancak kutup bölgelerinde olur. Zülkarneyn oraya Güneş batarken gittiğinden, Güneşsiz günlerin başlangıcında gitmiş olur. Güneş’in kaybolduğu tarafı görebildiği için oraya gündüzün gitmiştir. Çünkü Güneş’in görünmediği yerlerde de gündüz aydınlığı olur ve gündüzün bütün bölümleri yaşanır.

[2*] Allah Teala her insanla bir şekilde konuşabilir (Şura 42/51). Nitekim Adem aleyhisselam nebi olmadan önce Allah onunla konuşmuş (Taha 20/115-122) ve ona, evrendeki bilgileri öğretmiştir (Bakara 2/31). Allah’ın Zülkarneyn ile yaptığı bu konuşma da onun nebi olduğunu göstermez. Eğer nebi olsaydı Allah ona, insanları müjdeleme ve uyarma görevi verirdi (Bakara 2/213). Bu ayetler, Allah’ın Zülkarneyn'in, insanlara yapacağı muamele ile imtihan ettiğini gösterir. Allah her insanı, böyle bir imtihandan geçirir (Furkan 25/56-57, Müzzemmil 73/19, İnsan 76/2-4, İnsan 76/29-30, Nebe’ 78/39-40).


(Kehf 18/87)
قَالَ اَمَّا مَنْ ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ اِلٰى رَبِّه۪ فَيُعَذِّبُهُ عَذَابًا نُكْرًا
Dedi ki: "Kim zalimlik ederse ona azap edeceğiz. Sonra Rabbinin huzuruna çıkarılacak, o da ona kötü bir şekilde azap edecektir.


(Kehf 18/88)
وَاَمَّا مَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَٓاءًۨ الْحُسْنٰىۚ وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ اَمْرِنَا يُسْرًاۜ
Ama kim inanıp güvenir ve iyi iş yaparsa ödül olarak en güzeli onundur. Ona işlerimizden kolay olanları söyleyeceğiz.”


(Kehf 18/89)
ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَبًا
Sonra bir yolu daha takip etti.


(Kehf 18/90)
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلٰى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِهَا سِتْرًاۙ
Güneş’in doğduğu /sürekli ufkun üstünde olduğu yere varınca Güneş’i bir topluluğun üzerinde gözüküyorken buldu. Güneş’le o topluluk arasına bir engel koymamıştık[*].

[*] Güneş’in doğarken göründüğü yer, kimsenin ulaşamayacağı bir yerdir. Gözlemci ulaşmak istedikçe ondan uzaklaşır. Zülkarneyn gidebildiğine göre orası, Güneş’in sürekli göründüğü ve beyaz gecelerin yaşandığı kutup bölgesi olur. Zaten Güneş ile o topluluk arasında engel olmaması, Güneş’in ufkun altına inmemesi anlamındadır.


(Kehf 18/91)
كَذٰلِكَۜ وَقَدْ اَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا
İşte böyle; Biz onun (Zülkarneyn’in) her şeyini tam olarak biliyorduk.


(Kehf 18/92)
ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَبًا
Sonra bir yolu daha takip etti.


(Kehf 18/93)
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِنْ دُونِهِمَا قَوْمًاۙ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلًا
İki seddin arasına varınca setlerin alt tarafında, söyleneni neredeyse anlamayan bir topluluğa rastladı.


(Kehf 18/94)
قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلٰٓى اَنْ تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا
Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Yecuc ile Mecuc[*] burada bozgunculuk yapıyor. Onlarla aramızda başka bir set yapsan da karşılığında sana bir ödeme yapsak olur mu?

[*] Tevrat’a göre Magog, Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğundan biridir (Tekvîn 10/2). Ayrıca Magog’un neslinden gelen ulusun adıdır (Hezekiel 38/2). Gog ise Roş, Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin adıdır (Hezekiel, 38/1-3; 39/1-2). Eski Ahitte Gog yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldüren bir topluluk olarak nitelendirilir (Tesniye, 28/49-57; Yeremya, 5/15-18). Yeni Ahid’e göre Gog ve Magog, kutsal şehri işgal etmek üzere İblîs’in kendileriyle işbirliği yapacağı bir topluluktur (Vahiy, 20/1-9). (TDV YE’CÛC ve ME’CÛC) https://jewishencyclopedia.com/articles/6735-gog-and-magog


(Kehf 18/95)
قَالَ مَا مَكَّنّ۪ي ف۪يهِ رَبّ۪ي خَيْرٌ فَاَع۪ينُون۪ي بِقُوَّةٍ اَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًاۙ
Dedi ki: "Rabbimin bana verdiği imkanlar (sizin vereceğinizden) daha iyidir. Siz iş gücüyle bana yardımcı olun ki sizinle onların arasına bir dolgu set yapayım.


(Kehf 18/96)
اٰتُون۪ي زُبَرَ الْحَد۪يدِۜ حَتّٰٓى اِذَا سَاوٰى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انْفُخُواۜ حَتّٰٓى اِذَا جَعَلَهُ نَارًاۙ قَالَ اٰتُون۪ٓي اُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْرًاۜ
Bana demir kütlelerini getirin.” İki seddin etekleri arası dolup düzlenince "Körükleyin." dedi. Demiri kora çevirince "Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim." dedi.


(Kehf 18/97)
فَمَا اسْطَاعُٓوا اَنْ يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْبًا
(Set tamamlanınca) artık Yecüc ile Mecüc’ün onun üstüne çıkmaya da delip geçmeye de güçleri yetmedi.


(Kehf 18/98)
قَالَ هٰذَا رَحْمَةٌ مِنْ رَبّ۪يۚ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ رَبّ۪ي جَعَلَهُ دَكَّٓاءَۚ وَكَانَ وَعْدُ رَبّ۪ي حَقًّاۜ
Zülkarneyn dedi ki: "Bu Rabbimin bir ikramıdır. Rabbimin vaat ettiği gün gelince, bunu yerle bir edecektir. Rabbimin vaadi gerçektir."


(Kehf 18/99)
وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ ف۪ي بَعْضٍ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًاۙ
O gün, kimilerini diğerlerinin içine bir dalga gibi girecek şekilde bırakırız. Sura üflenmiştir, hepsini bir araya toplamış oluruz[*].

[*] Enbiyâ 21/96-97, Yasin 36/51-54.


(Kehf 18/100)
وَعَرَضْنَا جَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لِلْكَافِر۪ينَ عَرْضًاۙ
O gün cehennemi de kâfirlerin önüne getirip koyarız[*].

[*] Şuarâ 26/91, Nâziât 79/36.


(Kehf 18/101)
اَلَّذ۪ينَ كَانَتْ اَعْيُنُهُمْ ف۪ي غِطَٓاءٍ عَنْ ذِكْر۪ي وَكَانُوا لَا يَسْتَط۪يعُونَ سَمْعًا۟
Onlar, gözleri zikrime /kitabıma[1*] kapalı olan ve onu dinlemeye bile tahammül edemeyen kimselerdir[2*].

[1*] Zikir, hem önceki kitapların hem de Kur’an’ın ortak adıdır (Hicr 15/9, Nahl 16/43-44, Enbiya 21/7-8, 24).

[2*] Hud 11/20, İsrâ 17/46.


(Kehf 18/102)
اَفَحَسِبَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنْ يَتَّخِذُوا عِبَاد۪ي مِنْ دُون۪ٓي اَوْلِيَٓاءَۜ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِر۪ينَ نُزُلًا
Kâfirlik edenler, benim kullarımı benimle kendi aralarında veli /koruyucu edinebileceklerini mi sanıyorlar[*]? Biz kâfirleri ağırlamak (!) için cehennemi hazırladık.

[*] Zümer, 39/3; Şûrâ 42/9.


(Kehf 18/103)
قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْاَخْسَر۪ينَ اَعْمَالًاۜ
De ki: İşleri bakımından en çok zarara uğrayacak olanları size haber verelim mi?


(Kehf 18/104)
اَلَّذ۪ينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا
Onlar, dünya hayatındaki çalışmaları yok olup gidenlerdir. Halbuki güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı.


(Kehf 18/105)
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَٓائِه۪ فَحَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فَلَا نُق۪يمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَزْنًا
Onlar, Rablerinin ayetlerini ve onun huzuruna varmayı göz ardı etmekte direnenlerdir. Bu yüzden yaptıkları işler boşa gitmiştir[1*]. Kıyamet /mezardan kalkış[2*] gününde onlar için tartı da kurmayız.

[1*] A’râf 7/147, Furkân 25/23, Muhammed 47/1, Muhammed 47/8-9, Muhammed 47/32.

[2*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.

 


(Kehf 18/106)
ذٰلِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَرُسُل۪ي هُزُوًا
İşte böyle! Kâfirlik etmelerinin, ayetlerimi ve elçilerimi hafife almalarının karşılığı cehennemdir[*].

[*] Gözlerini Allah’ın kitabına kapayan, ondaki doğru bilgileri dinlemeye tahammül edemeyip din konusunda, kendilerine yakın gördükleri kişilere uyanlar kafir olurlar ve cehenneme giderler (Kehf 18/100-102). Onların yaptığı iyi davranışlar boşa gitmeceğinden Ahirette onlar için tartı kurulacaktır (Müminun 23/99-104). Bir de Allah’ın dinine karşı yanlış yaptıkları halde iyi şeyler yaptıklarını sananlar vardır. Bunlar münafıklık eden (Maide 5/52-53, Tevbe 9/68-69), dininden saptırmak için mücadele edenlere boyun eğip dinden dönen (Bakara 2/217) doğruları bildikleri halde ayetleri görmezden gelip şirke düşen ama yine de kendini dindar gösteren (Tevbe 9/17), haklı bir gerekçeye dayanmadan nebilerin ve dürüst davranılmasını isteyen insanların itibarlarını öldüren (Al-i İmran 3/21-22) ayetler karşısında ve ahiretle ilgili konularda yalana sarılan (A’raf 7/146-147), sonuç olarak kendisi yoldan çıktığı gibi başkalarını da çıkarmaya çalışanlar vardır (A’raf 7/45). Onların yaptığı iyi davranışlar boşa gideceğinden Ahirette onlar için tartı kurulmayacaktır.


(Kehf 18/107)
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلًاۙ
İnanıp güvenen ve iyi işler yapanlara gelince, onların ağırlanmaları için Firdevs cennetleri vardır[*].

ََ[*] Ahiretteki Cennet, “Adn cennetleri” olarak nitelenir (Meryem 19/60-63). Bir diğer niteleme biçimi de “Firdevs”tir (Müminun 23/1-11).


(Kehf 18/108)
خَالِد۪ينَ ف۪يهَا لَا يَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلًا
Orada ölümsüz olacaklardır. Oradan ayrılmayı da istemeyeceklerdir.


(Kehf 18/109)
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَدًا
De ki: "Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadarını daha onlara katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenir[*]."

[*] Lokman 31/27.


(Kehf 18/110)
قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا
De ki: “Ben de tıpkı sizin gibi bir beşerim, bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor[*] Kim Rabbinin huzuruna varmayı bekliyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine kullukta hiç kimseyi ona ortak koşmasın."

[*] Fussilet 41/6.